Home page

Haber Menüsü


Yazara mail atmak için resmin üzerine tıklayın.
 
Brezilya, Brezilya...
 
Gereğinden fazla uzayan olayları tanımlamak için kullandığımız tabir var ya, hani şu “Brezilya dizisi gibi” lafı... İşin tuhaflığına bakın ki, benim Brezilya’da geçirdiğim bir haftayı yazıya dökme işim de aynen, “Brezilya dizisi gibi” oluverdi.
 
NTV-MSNBC
 
19 Haziran—  Güya Nisan ayının 20’sinde, oradan döner dönmez kaleme alacaktım anılarımı... Lâkin, yok “savaşı protesto edeyim, hiç yazmayayım”, yok “ligler bitsin bunu öyle yazayım” derken, bugüne gelmişim. Bakalım tanrının sevgili kulu olan ben, hem de tam, Irak savaşı nedeniyle nispeten futboldan koptuğum o dönemde karşıma çıkan bir gezi fırsatı sayesinde görme mutluluğuna eriştiğim Rio’yu, Brezilyalıları, o sevimli halkın yaşam biçimini, futbol kültürlerini sizlere layıkıyla aktarabilecek miyim?

   
 
       
    MSNBC News Dünya futbolunda "Top 20" kulüp
MSNBC News Tayfun Öneş'in tüm yazıları -5-
MSNBC News Tayfun Öneş'in tüm yazıları -4-
MSNBC News Tayfun Öneş'in tüm yazıları -3-
MSNBC News Tayfun Öneş'in tüm yazıları -2-
MSNBC News Tayfun Öneş'in tüm yazıları
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Nisan’ın 13’üydü. Pazar günü öğleden sonra 5 gibi bindim uçağa. Dediler “önce Madrid’e ineceksin, 4 saat bekleyeceksin, tekrar bir başka uçağa bineceksin, 10 saat de öyle havada kalacaksın, ertesi gün sabah 7 gibi Brezilya’da olacaksın”. Dedim “eyvallah!”.
       Brezilya-Türkiye arası 6 saatlik zaman farkını da hesaba kattım, topladım, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda ayağımı bu topraklardan kesmemle, Rio’da, yeryüzünün güney yarım küresine yeniden ayak basmama kadar tam 20 saat geçecek! Değer mi? Değer vallahi!
       Aktarma için İspanya’da iner inmez, cep telefonumu açtım; ben havadayken oynanan ve o haftanın en merak ettiğim maç sonucunu eşimden öğrendim; FB: 3-GB: 3’müş. Kesin güzel maç olmuştur ama ben daha da futbol güzeli bir yere gidiyorum, diye gam yemedim.
       
       Madrid Havaalanı’nda bir ‘cafe’ aramaktayım. Derdim hem bir cigara (havalı olsun diye “cigara” yazdım, akıllı “Microsoft Word” programı şu anda kelimenin altını çizerek uyarıyor beni; tamam tamam “sigara”) yakmak hem de varsa, İspanyol Televizyonu’ndan başka bir maçın sonucunu öğrenebilmek. O akşam Real Sociedad ile Real Madrid oynuyor... Nihat’ım ne yaptı acaba? Bir televizyon var ve spor kanalı açık. İspanyol yolcular da pür dikkat ekrana bakmakta... Bana göre çok fazla gırtlaktan konuşulan İspanyolca’yı (iyi ki öğrenmemişim) zaten anlamam mümkün değil; Allah’tan, sayılar dünyanın hemen her yerinde aynı. Ekranda, bizim Real için “4”, onların Real’i için “2” yazmaz mı? Oleee!
       Maçın özeti nerde, özeti? Hah! Onu da göstermeye başladılar işte. Nihat’ım iki gol birden atmaz mı? Bir daha Olee! Bir golünden sonra saha kenarına koşup hocasına ısrarla yanağını uzatıp öptürüyor. ‘Cafe’deki İspanyolların bile hoşuna gidiyor, gülüyorlar. Hani utanmasam, yanlarına gidip “Var yaa... Bu çocuk benim vatandaşım” diyeceğim. Helal sana Nihat! Bir 20 saat daha uçsam, bu gece bana komaz! Özet görüntülerle de olsa, seni, İspanya’nın yerel televizyonundan ve İspanyollarla birlikte seyreyledim ya, bana da helal olsun.
       Biniyorum Madrid’ten kalkan uçağa... Uykuya dalmadan, Rivaldo’nun World Soccer dergisinde onunla yapılan söyleşilerden birinde söyledikleri geliyor aklıma; şöyle diyordu: “Bizi, özellikle beni, milli maçlarda Barcelona’daki (demek ki geçen sene okumuşum yazıyı) gibi istekli, canlı oynamıyorum diye eleştiriyorlar. Hiç düşünmüyorlar ki, zorlu bir La Liga maçından sonra uçağa binip saatlerce havada kaldıktan sonra başka bir iklime gidip bazen 4 gün içinde 2 maç daha yapmak kolay mı?” (Hakikaten de öyle... Siz, futbolseverler bazen ne kadar düşüncesiz olabiliyorsunuz!)
       Rivaldo koca yüzündeki küçücük siyah gözleriyle, artık nispeten daha sevimli bakarken bana, ben uykuya dalmak üzereyim. Elimdeki üç beş sayfalık bilgiyi okuyup biraz daha bilgili inmek istiyorum Brezilya’ya.
       Dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisine sahiplermiş. 165 milyon insan yaşarmış ama 8,5 milyon m2’lik bir alana sahip olarak... Yani, bizim iki katımızdan yaklaşık bir İstanbul dolusu kadar daha fazla insan, bizim toprakların 10 katından biraz daha fazla bir alana yayılmışlar. Ülkenin genelinde, bizim kurak toprakların yerine yağmur ormanları olduğu için onlar da bizim gibi öbek öbek şehirlere sıkışıp kalmışlar. En büyük şehirlerinden biri de Rio de Janeiro.
       
       Bunları okurken dalmışım, bir uyandım ki, pencereden aşağısını çok rahat görebilecek kadar alçalmışız. Yemyeşil, öyle böyle değil, muazzam yeşil bir toprak örtüsü içinde bir dünya kentine konmak üzere uçak. O yeşilin iklimsel tanımı “subtropical”. Orada mevsim sonbaharmış! Nisan’ın ortasında meğer sonbaharı da görmek varmış. Ama anlaşılan oraların sonbaharları bile bir başka; gündüzleri ortalama 25-26 derece sıcaklıkta geçen bir sonbahar... Ve güya ilkokulda şunu ezberletmişlerdi bana: “sonbaharda bitki örtüsü sararır, yapraklar dökülmeye başlar...” Çok okuyan mı bilirmiş, çok gezen mi, buyurun işte!
       Pek pimpirikli biri de değilimdir aslında ama o gün, Rio Havaalanı’na iner inmez aklıma gelen ilk soru şu oldu: Sars virüsü Uzak Doğu’da doğdu da, Latin Amerika’ya göç etmediğini kim garanti edebilir ki?
       Oysa içim kıpır kıpır, daha güzel şeyler düşünmeliyim. Sars da nereden çıktı şimdi?
       
       Diğer Türk yolcularla birlikte bir otobüse bindirildim. Yalnızca Rio’nun değil, dünyanın en ünlü sahillerine doğru ilk Brezilya içi yolculuğum başladı. Bekle beni Copacabana, az kaldı, ordayım!
       Otobüste bir rehber var; sarışın Brezilyalılardan... Taffarelvari, Zicovari bir erkek yani.
       İlk dakikadan itibaren fark ediyorum ki, dünyanın 9. büyük ekonomisi de bizim ülke ekonomisinin huyuna çekmiş... Ülkenin her yerine aynı adaletle dağılamamış yani. Bir tarafta gökdelenler, diğer tarafta derme çatma binalar. Rehber anlatıyor. “Şu gördüğünüz dağınık, düzensiz ve çirkin yapılaşma olan yerlerin buradaki adı ‘Favela’. Brezilya’da bütün büyük şehirlerde bu tür mahallelerin olduğu ‘Favela’lardan vardır. Ve ben bu ‘Favelaları’ Avrupa’dan gelen turistlere anlatmak da hep zorluk çekiyorum. Bir tek Türkler hemen anlıyor beni ve ‘Haa Ge-ce-kon-duuu!’ diyorlar” diye esprisini patlatıyor.
       
       Şimdi sıkı durun. Anlatacaklarım Rio halkının yaşam biçimine ve Brezilya insanının hayranlık uyandıran o atletik vücut yapısına en kısa yoldan açıklamayı getirecek şimdi.
       Haftanın ilk iş günü, Pazartesi sabahı, saat 07:30 gibi Copacabana’ya vardım, bir de ne göreyim; sahilde neredeyse iğne atsan yere düşmeyecek. 7’den 70’e her yaştan kız, oğlan, erkek, kadın yollara dökülmüş. Üstlerinde (daha doğrusu altlarında) bir şort, koşup duruyorlar, pardon durmadan koşuyorlar. Birkaç tane aile gördüm, baba-anne ve 8-10 yaşlarında çocukları hep birlikte koşuyorlar. Kimileri kumda jimnastik yapıyor, kimileri ayağında bir top, onu sektiriyor, kimileri de bisikletle sabahın köründe sahili boydan boya turluyor...


       Sakın, “ne var bunda? Buralarda da sabahları erken saatte örneğin İstanbul’da bir sahile indik mi, artık bir dolu insanı koşarken görebiliyoruz” diye düşünüp anlatmaya çalıştığım ortamı gözünüzde küçümseyerek canlandırmaya kalkmayın.
       Orada, daha ilk dakikadan, şunu fark ediyorsunuz: Koşanların hiçbirisi, sağı-solu süzeyim, eşofmanımın markası en iyisinden olsun ve illa ki belli olsun ya da “bakalım bugün kime rastlayacağım?” gibi bir suni spor eylemi ya da buram buram özenti kokan bir koşuşturma içinde değiller. Onlar bu işi yemek yer, gazete okur gibi yapıyorlar. Sabah sporunun onlar için zorlama bir aktivite değil, bir nevi yaşam biçimi olduğu belli.
       
       Aynı görüntüler, cıvıl cıvıl sahil kıpırtısı gün boyu devam ediyor, öğlen vakti biraz azalıyor, ama örneğin akşam, hatta gece saat yarımda birilerinin hâlâ koşmakta olduğunu görüyorsunuz.
       Plajın kumsalında dizi dizi voleybol ağları ve kaleler var. Gecenin 10’unda, 11’inde 6-7 yaşlarında bir düzine kadar çocuktan oluşan grupların 200-250’şer metre arayla toplandıklarını ve orta yaşlı bir hoca nezaretinde futbol antrenmanı yaptıklarını hayretler içinde görünce, Brezilya futbolu hakkında insanın kafasında onca yıldır oluşan sırlar da bir bir dağılıyor ve gün ışığına çıkıyor sanki. Ben mesela... İkinci, üçüncü akşam da aynı görüntülere rastlayınca, henüz Rio gezimi yarılamadan onların futbolda neden bu kadar başarılı oldukları sorusunu ömrüm boyunca bir daha kendime sormayacağımı anladım.
       Diyeceğim o ki, siz bugünlerde, yılların Rivaldo’su, hakikaten Beşiktaş’a gelir mi acaba, diye merak ededurun, ben 2015-2020 yıllarının Rivaldo’sunu, hatta Ronaldo’sunu 3-5 metre yakından, gözlerimle görmüş oldum yani...
       
       ‘Favela’larda geçen renksiz yaşamlarının bir gün dolarlarla, eurolarla renkleneceğine dair hayaller kuran, öylesine bir şevkle ve hırsla (ve aslında maalesef biraz da alternatifsizlikle) top sektiren o çocuklar Copacabana Plajı’nın deniz tarafını süslerlerken, okyanusa arkanızı dönüp yolun karşı tarafına baktığınızda, sizi bambaşka bir renk cümbüşü ve yaşam kucaklıyor.
       Bu kez gencecik kızlar Rio’da yaşam sahnesi alıyorlar ve onlar da alternatifsizlikten tercih ettikleri (“düştükleri” demeye dilim varmıyor, çünkü Brezilyalılar ne yaparlarsa yapsınlar hep mutlu gözüküyorlar) yaşam biçimini paraya çevirmeye çalışıyorlar. Güya disco, güya bar, güya müzikli gece kulübü süsü verilmiş, renkli ışıklarla yanar döner donatılmış mekanlarda, erkelerin gözlerinin içine içine, adeta “bu akşam beni seç” der gibi yalvarır gözlerle bakan, çoğunluğu siyah tenli kızların cirit attığı, en fazlasından 100 dolara endeksli, “tamamen duygusal!” bir mutluluk akşamı sizi bekliyor. Onları Brezilya usulü hazırlanmış birkaç kadeh votkayı yudumlayarak uzaktan uzağa seyretmek de, bir tanesine gülümsemenizle zembereği hemencecik boşalabilecek bir heyecanı başlatıvermek de sizin elinizde...


       Tahmin edeceğiniz gibi, ikinci gün kendimi Maracana Stadı’nda buldum. Çok istedim orada bir maç seyredebileyim. Zamanlama bakımından mümkün olmadı. Ne ki, boş tribünleriyle de olsa stadı görmeliydim. Daha ana kapıdan içeri girer girmez. İki şey ön plana çıkıyor. Birincisi Brezilyalıların futbollarından duydukları gururun o statla abideleştirilmesi, ikincisi de o gururun ziyaretçilerle paylaşılarak turizm gelirine dönüştürülme çabası.
       Girişte sizi Brezilya forması giymiş, yaşını başını almış bir top cambazı karşılıyor.


       Resimde gördüğünüz ve işini büyük bir ciddiyetle yapan kişi, o topu yere düşürmeden dakikalarca ayağında, omzunda, dizinde ve başında sektiriyor, yorulunca ensesinde durdurup dinleniyor. Bu kadarı bile onu öylece izlemeye yetebilir; ama dahası var: Bu Maracana cambazı şahıs, üzerinde gördüğünüz o formayı, çıkarıyor, tersyüz ediyor, tekrar giyiyor, arada bir kola içiyor ve bütün bunları yaparken topu hiç düşürmeden sektirmeye devam edebiliyor.
       
       Onu izlerken ister istemez şöyle bir ikilem yaşıyorsunuz: Bir tarafta sizi çeken ve bir an önce görmek istediğiniz, bir asansör ulaşımı ötede duran o tribünlere çıkma arzusu, diğer tarafta da acaba ne kadar daha böyle devam edecek, beklersem topu düşürdüğünü görür müyüm acaba, merakı... Hiç düşürmeyeceğine kanaat getirdiğinizde, yanından ayrılıyorsunuz. Ben bu adamı izlemekten şöyle vazgeçtim. Arkasında yerde duran, garip biçimli, madenden yapılma toplu heykeli görünce, kendi kendime “baksana bir önceki gösterici, taş kesilene kadar sektirmiş anlaşılan(!), o halde bunun hata yapmasını boşuna beklemeyeyim” dedim.
       Brezilyalılar dünyaya damgasını vuran futbolundan gurur duyduklarını söylemiştim. Koca bir panoda 5 Dünya Kupası şampiyonluğunu resmetmişler.


       Bu panonun birkaç metre ötesinde ise daha ilginç bir bölüm var. Yaklaşık 25-30 tane efsane olmuş milli oyuncularının ayak izleri var yerde. Zico’su, Falcao’su, Eder’i, bir dolu isim var. Ben ancak şu ikisini kamerama yükleyip evime getirebildim: Pele ve toprağı bol olsun Didi. Pele’yi efsanelerin efsanesi olduğu için seçtim; Didi’yi de hem Türkiye’de antrenörlük yaparken de çok sevdiğim için hem de Maracana Stadı’nda ilk resmî maç golünü kaydeden oyuncu olduğu için.

       Asansöre bindim, güneşli bir Nisan gününün kulağımdaki cıvıltısından tıklım tıklım dolu tribün şamatasının hayalini türettim. Nedense, hem sevinç hayal ettim hem de, ağlayan tribünlerle hüzün. Herhalde bunun sebebi de en fazla seyircinin geldiği maçta, bir Dünya Kupası final maçında Uruguay’a yenildiklerini ve Brezilyalıların saatlerce stadı terk edemeyip öylece kalakaldıklarını hatırlamamdır.
       Bomboş bir saha ve Brezilya bayrağı renklerinde boyanmış boş Maracana tribünleri nedense bana Dünya Şampiyonu’nun yorgunluk sonrası dinlenmeye çekilmiş olmasını sembolize etti. Zamanı geldiğinde hemen dolmaya ve coşmaya hazır bir stat olarak...


       Şunu da söyleyeyim, Maracana’yı o kadar huşu içinde gezince, otelin olduğu yere, Copacabana’ya döndüğümde ne yapıp edip kumsalda birkaç Brezilyalı ile futbol oynamam gerektiğini hissettim.
       
       Çok geçmeden kendimi, 1 kaleci + 5 kişiden kurulu iki takımla oynanan bir plaj futbolunun içinde buldum. Hem de civa gibi Brezilyalıların içinde. Deplasmanda olmama rağmen, kan ter içinde koştururken ve illa ki Brezilya’ya bir gol atma çabasıyla didinip dururken ben mi yaşlanmış ve kumda topa hakim olma zorluğundan mustariptim; yoksa Brezilya’da ayağına topu alan her genç mi, en az Terim’in Felipe’si kadar kabiliyetliydi, işte orasını pek anlayamadan maç bitti. Allah’tan bitti; yoksa o sıcakta ve eforda kalp krizi geçirip Türkiye’ye yine 19 saatte ama bu kez daha da kötüsü, bir tabutum içinde dönebilirdim!
       Gol atamadım ama bir uzaktan şutum üst direkte patlayınca, o kadar sevinmişim ki, herhalde Brezilyalı gençlerden ikisi halime acımış olmalılar, maç sonunda bana bir forma hediye edip beni teselli ettiler.

       Brezilyalıların top cambazlığı ile ilgili resmedemediğim ama unutamayacağım iki olayı daha size aktarayım.
       Bir tanesi yine kumsalda gördüğüm bir şey. Brezilyalılar Copacabana Plajı’na kurdukları ayak voleybolu sahalarında ikişerden maç yapmayı çok seviyorlar. Bizim gibilerin çıkıp elle arka arkaya 5-6 top yapamayacağı sahada, onlar 10 dakikaya varan süre uzunluğunda topu hiç düşürmeden bazen kafayla, bazen göğüsle voleybol oynayabiliyrlar. 10 dakika sonunda da top nasıl yere düşüp sayı oluyor, biliyor musunuz? Bir taraftaki iki oyuncudan biri arkadaşının pasında gaza geliyor ve ağın önünde havalanıp voleyle küt iniyor!
       İkinci olaya da bir gece kulübünde rastladım. Her sene Rio Karnavalı’nda birinci gelen okulun öğrencilerini bir yıllığına konuk eden bir kulübün şovunu izlemek üzere oraya vardığımda. Saat 21:40’tı. Gösteri 22:00 da başlayacaktı. Daha 20 dakika vardı ve bekleyen konuklar sıkılmasınlar diye sahnede, kapalı perdenin önünde 17-18 yaşlarında gencecik bir kız vardı. O da Maracana Stadı’nın girişindeki adam gibi, topu çeşitli uzuvlarıyla hiç düşürmeden sektiriyordu. Tam 20 dakika boyunca, zaman zaman yere uzanarak, zaman zaman saçlarını düzelterek, bazen de seyirciyi selamlayarak sektirdi topu. Düşürmeden... Saat 22:00 oldu. Işıklar azaldı. Selamını verdi. Topu tuttu ve alkışlar arasında sahneyi terk etti. Ben daha sonra başlayan gösteriden daha çok o genç kıza hayran kaldım o gece.
       
       Rio’da dolu dolu geçen 1 haftaya o kadar çok şey sığdı ki... Örneğin denizden 800-850 metre yüksekliği olan Corcovado tepesi ve onun en yüksek yerinde dikili duran, heybetli İsa heykeli beni ertesi gün bir helikopterin içinden kendisine daha da tepeden baktıracak kadar cezbetmişti.

       Aynı şekilde, Rio açıklarındaki adalarda Brezilya halkı tarafından bizim kedilerimize gösterdiğimize benzer bir muameleye tabi tutulan ve garip görünüşlü bir yaratıkla da burun buruna gelmek çok heyecan vericiydi!
       Fakat ne yalan söyleyeyim, Rio’da geçirdiğim 1 haftada beni en çok etkisi altına şey, futbolun Brezilyalıların hayatlarında kapladığı yere ve öneme şahit olmaktı.
       O atmosferi, o futbol kültürünü yerinde görmeyen birilerine, döndükten 2 ay sonra birtakım resimlerle, biraz ağdalı cümlelerle ne kadar çabalarsam çabalayayım layıkıyla anlatamıyorum gibi geliyor.
       
       Gördüklerime inandığınız kadar şuna da inanmanızı çok isterim: Brezilya ile Türkiye arasında hem sosyoekonomik açıdan hem de genel anlamda o kadar çok büyük benzerlikler var ki... Futbol tutkumuz da çok benzeşiyor (gözüküyor) ve fakat aslında o kadar farklı ki... Bizim futbol tutkumuz ile onlarınki arasında onlarınkini 10 kat daha sevimli kılan bir şey var. Oradan dönünce de hep kafama takıldı bu konu ve aradaki farkı kendimce şöyle özetleyebildim:
       Onlar için futbol bir nevi, yaşama tutunma meselesi olmuş ve her şeye rağmen gönüllerindeki o yeri koruyabilmiş, bizim için ise futbol, her gün biraz daha ölüm kalım meselesi olmakta.
       Bu son cümleyi çok felsefi bulup kafası karışmış olanlar varsa, onlara, bir yolunu bulup Brezilya’ya gitmelerini daha da hararetle tavsiye ederim.
       
 
 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları
Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın
Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları