Home page
Haber Menüsü


Derviş globalleşmede katalizör
Nilüfer Göle Türkiye’de “Hoşgörülü Atatürkçülük” halinde bir siyasi hareketin ortaya çıkacağını söylüyor. Göle’ye göre Kemalizm ve Atatürkçülüğü farklılaştıran böyle bir siyaseti Kemal Derviş de seslendirebilir. Göle’den bir Türkiye tablosu...
Kerem Çalışkan
NTV-MSNBC
11 Haziran— Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Nilüfer Göle, Türkiye’de modernleşme ve İslamcı hareketler üzerine araştırmaları ve kitapları ile tanıyor. Akademik çalışmasını Fransa’da sürdüren ve şu sıralar Türkiye’de tatilde olan Göle ile Türkiye’deki son siyasi gelişmeler üzerine konuştuk. Söyleşi Derviş’ten Tayyip Erdoğan’a, MHP’den Fatih Terim’e uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Nilüfer Göle ile iletişim kurmak isteyenler gole@boun.edu.tr adresinde kendisine ulaşabilirler.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Sayın Nilüfer Göle Türkiye’nin globalleşme süreci içinde bir Kemal Derviş olayı yaşanıyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
       N. GÖLE- Kemal Derviş bence bir katalizör. Türkiye bu globalleşmeyi yaşarken, bir taraftan çok daha milli, yerli reaksiyonlar görülüyor. İşte bunların ikisi arasında dengeyi getirmek lazım. O dengenin adamı mı olacak? Yoksa bu dengenin olmayacağını gösteren bir kişi mi olacak? Derviş bu anlamda tam yüksek gerilim hattının üzerinde. Türkiye’nin geleceğini de bu belirleyecek.
       Bence Türkiye şu anda globalleşmenin içinde, dünya ekonomisinin içinde, Avrupa topluluğunun içinde ama halen rengi çok Türk. Sorun o. Üç tane örnek vereceğim. Alakasız gibi gözüken, son yıllarda, aylarda gündemimizi belirleyen üç örnek, değinmek istediğim ikilemi anlatacak.
       
TÜRKLÜĞÜNÜ FAZLA KORUMAK İSTİYOR
       Türkiye, sistemin dışında değil. Sistem dediğim, dünya ekonomisi, Avrupa Topluluğu, insan hakları... Tamamen dışında değil... Hatta içinde, fakat yeterince içinde olmadığı için sorunlar çıkıyor. Veya içinde, fakat halen kendi Türklüğünü fazla korumak istiyor; böyle bir ikilem var.
       Bir tanesi, ekonomik kriz: Türkiye tamamen sistemin dışında kaldığı için çıkmadı. Dünya ekonomisinin, piyasa ekonomisinin içindeyiz, ama banka sistemiydi, özelleştirmeydi, gibi alanlarda geç kalındı. Türkiye bunu ayarlayamadı, tam olarak. Geç kalındığı için bu kriz çıktı. Bugünkü yeniden yapılanmanın amacı da bunu denk düşürmeyi amaçlıyor.
       İki, hapishaneler.
       Üç, Ermeni meselesi.
       Birbirinden tamamen farklı gözüken olaylar. Hapishaneler, ki çok iyi bir örnek. Hapishanelerde tamamen eski koğuş sistemi uygulanıyor olsa bir sorun çıkmayacak. Ama F tipine geçiyor, sorun çıkıyor. Ama F tipi de daha tam anlamıyla insan haklarına belki uygun değil. F tipi örnek, Avrupa standartlarına koğuştan daha uygun. O zaman niye açlık grevleri yapılıyor? Ve niye bu toplum açlık grevine neredeyse duyarsız kalıyor?
       
BATI TOPLUMLARI YAŞLANDI
       Üç, Fransa’da Ermeni soykırımı yasası geçtiği için Türkiye reaksiyon verdi. Buna da aynı şekilde bakabiliriz. Kimse, Irak’a geçmişiyle ilgili sorunları, hatta bugünü de çok fazla hatırlatmak derdinde değil. Ne zaman ki bu sistemin içindesiniz, bir takım şeyler hatırlatılıyor. Nedir? Örneğin geçmişle ilgili hesaplaşma... Bugün, bu Batı toplumlarının içinde bulunduğu kültürel, siyasal iklim. Hatta diyebiliriz ki Batı toplumları yaşlandı ve çok fazlasıyla hatıralarına, geçmişlerine döndü. Türkiye, genç toplum üstelik kendini genç bir cumhuriyet olarak görmek istiyor; hep ileriye bakmaya meraklı, hatırlamayı da sevmez, istemiyor. Bunda hakkımız var, diyebiliriz. Ben illa iyi-kötü demiyorum. Ama bugün Batı toplumu geçmişiyle hesaplaşıyor, isteyelim, istemeyelim. Geçmişini, sanatın, tarihin, güncelin içine sokuyor... Türkiye’ye de hatırlatmak istiyor. Diyebiliriz ki, Türkiye Avrupa topluluğunun tamamen dışında kalmak istese, mesele yok. İşte bu ikilemi yaşıyoruz. Türkiye sistemin içinde, ama postallarıyla, bıyığıyla, tabularıyla göze batıyor.
       “Derviş yüksek gerilim hattı” derken tam bunu mu kastediyorsunuz?
       N.GÖLE- Evet. Türkiye, bu sisteme ayak uyduracak mı? Yoksa ayak uydurmaktan vazgeçip, “biz bize benzeriz” mi diyecek? İki adım geri mi atacak?
       Globalleşmeyi Türkiye için geri dönülmez süreç olarak tanımlayanlar var?
       N.GÖLE- Globalleşmeden ne anlıyoruz? Zaten bunun etkisini yaşıyoruz, ama hangi konumdan, pozisyondan yaşadığımız önemli. Globalleşmenin etkilerini sadece pasif bir şekilde alıyorsanız, hiçbir eleştirisi, hiçbir filtresi olmayan. Önemli olan burada biraz daha aktüel, daha güçlü olmak. Globalleşme sürecini tamamen kontrolsüz bir şekilde yaşamamayı becermek. Reformları içerden başarmak, bu dengeyi sağlayabilmek.
       Reformlar şu anda sanki dışarıdan dayatılmış gibi geliyor, hatta o yüzden çok etki de var.
       N.GÖLE- Ama çoğunluk krizin esas sorumlusunu “dış güçler”, IMF olarak görmüyor. İlginç olan halen dış dünyadan kopmamayı istediği içindir ki bir Derviş fenomeni oluştu.
       
ATATÜRKÇÜ AMA KEMALİST DEĞİL
        Atatürkçülük ve Kemalizm arasındaki ince tanımı yeniden yaparsa, yerellik ile globallik ve Avrupa arasında denge de bulunabilinir. Kemal Derviş bence buna tekabül ediyor, üstelik bunun taşıyıcılığını yapabileceği bir kültüre ve profile sahip. Çünkü, Atatürkçü, ama Kemalist değil. Bunun kendisi de farkına vararak siyasetini yaparsa, Türkiye, bu dengeyi sağlar. Atatürkçülük dünyaya açıklıktı, zaten.
       Bu görüşünüzü çok sık dile getirdiniz. Türkiye’de Kemalist olmayan Atatürkçülük gerek diye, tarif ettiniz. “Cumhuriyetçi muhafazakarlar” dediğiniz kişiler bu tip Atatürkçülüğü temsil ediyorlar mı?
       N.GÖLE- Tam değil, ya da yerli versiyonu. Cumhuriyet muhafazakarları ama global rekabet, girişimcilik ve tüketim dünyasına da yabancı. Halbuki Türkiye Özal sonrası kendi Atatürkçü değerleriyle liberal değerleri dünya rekabetine taşımak isteyen genç girişimcilerin, sanatçıların, profesyonellerin, kadınların ortaya çıktığı bir toplum oldu..
       Sizce Sezer, Ecevit, mesela cumhuriyetçi muhafazakar tanımına giriyor mu?
       N.GÖLE- Tabii, cumhuriyet geleneği tanımına giriyor. Ama onların globalleşmeyle nasıl başa çıkacaklarını bilmeleri mümkün değil. Ve henüz daha devlet ve milli sınırlar içindeler. Kemal Derviş, onların veliahtı olabilir. Globalleşmeyle eklemlenecek veliahtı. Atatürkçülüğün özüne de yeniden bir dönüş.
       Böyle bir siyaseti formüle eden olursa, sizce Türkiye’de büyük bir taraftar mı bulacak?
       
ESKİDEN LENİN OKURDUK, ŞİMDİ ATATÜRK
       N.GÖLE-
Taraftar var, siyaset yok. Siyasetten önce zaten toplumda başgösterdiği için sözünü ediyorum. Bu yeni Atatürkçülük aşağıdan yukarıya doğru yenilenme. Bence şöyle çıktı: Bir kere ilk kadın örgütlerinde filizlendi 80 sonrası. Yine orada da Kemalizm-Atatürkçülük karmaşası var ama, yine de bir sivil toplum örgütü olarak çıktılar. Laikliği koruma dernekleri. Artı, bütün fikir kulüpleri diyeceğimiz gençlik, üniversitelerde ve bütün Türkiye çapında yayılmış Atatürkçü dernekleri var. Eskiden sağ-soldu. Lenin okurduk. Şimdi, Atatürk okuyorlar. Demek ki gençler ve kadınlar nezdinde popülaritesi arttı.
       Artı, piyasası oluştu. Nasıl?: Atatürk rozetleri, fotoğrafları, şiir yazışmaları. Atatürk piyasası çıktı. Yani, Atatürkçülüğün bir piyasası oluştu ve de insanlar o rozetleri taktı. Evet, bunlar bir tür aksesuar. Aksesuar ne demek? Bireyselleşiyor. Evlerin içine giriyor. Atatürk’ün daha sivil fotoğrafları çıkıyor.
       
ATATÜRK’ÜN PİYASASI OLUŞTU, SİYASETİ ÇIKMADI
       Herkes en iyi Atatürk fotoğrafını bulma yarışında ve kendini onunla özdeşleştiriyor. Atatürk’ün aksesuarı, piyasası oluştu, siyaseti çıkmadı.
       Eskiden hep siyasetten başlıyorduk, şimdi piyasadan ve sivil toplumdan başlıyoruz, kötü değil yani. Şıklıktan başladı, Atatürk estetikleşti. Gençken Anıtkabir’e giderdik. Atatürk Müzesi’ndeki imaj ile sınıflara girdiğimizdeki resmi imaj arasında çok fark vardı.
       Anıtkabir’deki müzeye gidip, ondan sonra bizim onu nasıl yeniden hatırlamak için resmişleştirildiğimize bakalım. 70’li yıllarda “gardrop devrimciliği” dediğimiz Atatürkçülük, yeni aksesuarlarıyla popülarite kazandı. Eskiden kutsal bir obje gibi nereye koyacağımızı bilmiyorduk, bugün yaşamımızın içinde.
       Siyasete yansımadan böyle geçip gitmesi mümkün mü?
       N.GÖLE- Geçip gidemez, bence yansıyacak. “Hoşgörülü bir Atatürkçülük” ne hoş olur değil mi? Hem hoşgörülü hem Atatürkçü, dönüşüm olur. Türkiye bunun ipuçlarını veriyor, hem de sancılarını yaşıyor.
       Mevcut partilerin hiçbirinin buna en ufak bir eğilim göstermemesi nereden kaynaklanıyor?
       N.GÖLE- Toplumla bağlantılarını kestiler. Kemal Derviş’in popülaritesi, siyasi boşluğu ifade ediyor. Özal siyaseti, toplumu hem temsil ediyor, hem onu dönüştürüyordu. Siyaset dili ile sosyolojik olgular arasında bir bağ kurulmuştu. Değişmekte olan Müslüman kesimi, sisteme taşıdı. Ve onların ifadesi oldu. Bu yeni Atatürkçülüğü ifade edecek, onları dönüştürecek, onlara dil kazandıracak, güç kazandıracak bir siyasi oluşum, hikaye yok.
       Fazilet birikimi net olarak ikiye bölünüyor. Recep Tayyip Erdoğan kanadı, Erbakan kanadı, ayrı ayrı siyasi hareketler oluşma halinde. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
       N.GÖLE- Tayyip Erdoğan, 80 sonrası çıkan, daha yeni kesimlerin sözcüsü olma durumunda. Daha önemlisi, rekabetçi siyasetin içinden geliyor. Diğer kesimin ise siyasi sistemin içinden bile çıkmayan, ama bir umut olarak kendilerine özdeşleştirecekleri, geleceği projekte ettikleri ve dışardan getirdikleri bir Kemal Derviş. Bir kere önce bu asimetriyi görelim. Siyasetin kökleri sanki kuruyor. Siyaset bir kök kazandırır insana, temsilcilik kazandırır. Şu andaki Tayyip Erdoğan’ın karşısında iki oluşum görüyoruz. Biri siyasi oluşum, diğeri kişisel oluşum. Biri, Kemal Derviş, bütün herşeyi kendi üzerinde, bir başına taşıyor.
       
BİRİ FUTBOLCU, BİRİ TENİSÇİ
       Tayyip Erdoğan, aşağıdan yukarıya doğru siyasi rekabetin içinden zorluklarla gelmiş, tokatlar yemiş ama dayanacağı birçok şey var. Kendi içinde de farklı mücadelesi var. Bence şu andaki ikili, Tayyip Erdoğan, Erbakan değil. İkili, Erdoğan ve Kemal Derviş farkı. Biri futbolcu, biri tenisçi. Biri daha kalabalık bir takım oyunu olabilir, tenis dörtlüsüne rağmen! İki Türkiye... Herşeye rağmen, iyimser olmamız gereken, Tayyip Erdoğan ile belki de Kemal Derviş’in daha çok ortaklığı var; Tayyip Erdoğan ile Erbakan arasındakinden daha çok.
       Modernleşme anlamında mı?
       N.GÖLE- Daha yeni, özlemleri... En azından onlara yüzlerini dönenler, eskisinden birbirlerine daha yakın. Benim çok yakınlarım, hem ona, hem ona oy verebilir.
       İran bağlamında da giderek modern İslam, liberal İslam gibi kavramlar ortaya çıkıyor. Böyle bir şey sizce mümkün mü? Bu kavramların altı dolu mu? Yoksa modaya uymak için önüne veya arkasına takılmış kavramlar mı?
       N.GÖLE- Müslüman kesimin, İran dahil, -ki Türkiye, çok daha ilerde bu konuda- modernliğin sorunlarıyla daha çok içiçe olduğu, konuştuğu ve diyalog halinde olduğu bir dönem bu. Geleneklerden, geçmiş açısından mesele, şu anda İslami kesim daha çok bu kavramlarla cebelleşiyor, diyelim. İran’da laiklik başka biçimde tartışılıyor. Arayış var. Hatemi’nin temsil ettiği gibi. Ve gene kadın meselesi çok önemli. Müslümanların bugün sorduğu sorular, daha çok modernliğin içinden sorular. Ben kadın meselesinin İslami hareketi dönüştüren motor olduğunu söylediğimde, herkes “hayır, bakın kadınlar konuşmuyor” diyordu.
       
VATANDAŞLIKTAN ÇIKARARAK HALLEDEMEZSİNİZ
       En sonunda bakın, o da su üstüne çıktı. Kadınlarla erkeklerle arasında oluşabilecek tartışmalar bugün medya kanallarına taşınmaya başlandı. Bir kere daha çok su üstüne çıktığını düşünüyorum.
       İki, kadın meselesinde nereye geldi. Merve Kavakçı olayının bize önemli bir soru yöneltmiş olduğunu ve biraz kestirme yoldan hasır altı edildiğini düşünüyorum.
       Yasaklayarak, yok ederek, Meclis’ten, vatandaşlıktan çıkararak olayı halledemezsiniz. İşte, Türkiye’nin meselesi bu. Türkiye’nin meselesi, sürekli olarak sorunları “yok” gibi göstermek. Sonra, Merve Kavakçı zaten bizden değil. Önce dedik ki, zaten o kadın değil, militan. Siyasetçi değil, Hamas’ın üyesi! Müslüman değil, ideolojik sembol.
       Ne yaptık sonunda, düşman ilan ettik, olay bitti. Ama olay, orada. Siyaset yapan örtülü kadınları önce kendi partileri mi ikincil konuma getirecek, yoksa bizler mi dışlayacağız?
       Nasıl çözülecek peki?
       N.GÖLE- Kestirme çözüm yok, üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Biz bu farklılıklara daha çok yer verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Bir kere kamusal alanımızı, parlementoyu belli kurallarla tanımlamışız. Değişmesini istemeyebiliriz. Ancak öte yandan demokrasi, farklı taleplerin daha fazla temsil edilebilmesi demek. Var olan kurallarla yeni istekler arasındaki çelişkileri toplumlar tartışarak, çözüm arayarak, uzlaşmaya vararak hallederler.
       Yeni Atatürkçüler buna açık mı?
       
ORDU, ASKER, MİLİTARİZM YERİNE “PAŞA”
       N. GÖLE-
Atatürkçüler de 28 Şubat’ın ilk arkasında durdular. Kemalizmle Atatürkçülüğün karıştığı, örtüştüğü yer 28 Şubat’tır. 28 Şubat olayının arkasında sadece ordu yok. Zaten ordu ya da askerden ziyade, paşaları çağırdık. Hatırlayacaksınız aylar öncesinde, “paşalara geri döndük” demiştim. Çünkü medyada, toplumda yazarlar, aydınlar -ki ordu, asker, militarizm derlerdi- yavaş yavaş “paşalar” sözcüğünü kullanmaya başladılar; “paşalar kızdı”, “paşalar güldü” gibi manşetler atarak askeri, toplumsal meselelerin içine çekmeye başladılar. Sonuç olarak “paşa”, daha sempatik bir çağrışım yapıyor, askeri çağrıyı, tanksız tüfeksiz kolaylaştırdı.
       28 Şubat süreciyle beraber Türkiye nasıl bir oluşum yaşadı?
       N.GÖLE- Öncellikle kamusallaşan İslam’ı durdurmak, kamusal alandan temizlemek istedi. Yeniden restorasyona gidildi. Yani, eskiye dönüş,...
       Cumhuriyetçi muhafazakarlık biraz da bu değil mi?
       N.GÖLE- Otoriter laiklik ile cumhuriyetçi muhafazakarlık arasındaki çizgi ince, doğrudur.
       Çok güçlü mü bu yapı?
       N.GÖLE- Benim düşündüğümden çok güçlü. Bu kadar güçlü olduğunu anlamıştım desem, yalan olur. Kemalist otoriterliğin, bir-iki nesil, bir-iki gazete, üç aydın olmadığını anladık. Üstelik her kesim içinde, her parti içinde, her meslek, yöre, cinsiyet içinde taraftar bulabiliyor, kolaylıkla...
       Dayanakları nerede?
       N.GÖLE- Hatta Kemalizm sözcüğü yeterince açıklıyor mu, bilmiyorum. Derin devlet denince, görünmeyen, tam ismini koyamadığımız ama içimizde olan bir şey. Çok farklı durumlarda, biçimlerde çıkıyor. Bundan önce, Kemalizm dediğimizde, ben size, 60 darbesiyle birlikte ortaya çıkan, “devlet, ordu aydın elele” sloganını atan ve Atatürkçülüğü çok daha militarist ve üçüncü dünyacı bir anlayışa hapseden bir bakış, diyebilirim. O zamanki koşullarda buydu, bağımsızlık sloganıyla birlikte giden ve daha çok aydın yorumu. Ama bugün... Daha popüler, daha az düşünceye, idelojiye dayalı, ama, daha az otoriter değil. Bugünün sol aydınları ise sivil toplum, insan hakları mücadelesinde...
       Peki bu 28 Şubat’taki kamplaşma, sadece paşalar ve devleti temsil eden İslamcılar arasında mı?
       N.GÖLE- Hayır. Sivil toplum da bunun içinde; aynı çelişkilerle. Toplum örgütleri var, ama sivil değiller. Onun için, sivil toplum örgütleri de, laikliği korumaya soyunmuş olan, Atatürk fikirlerini çalışmış olan örgütler... Bir an geliyor, arkalarına sivilliği, toplumun gücünü almaları yetmiyor, askeri de işin içine katmak istiyorlar. Toplumsal örgüt oluyorsunuz, toplum hareketi oluyorsunuz, sivil olmayabilirsiniz.
       Bu gücü oluşturan, 28 Şubat’ın da arkasında duran bir kesim, örneğin Mümtaz Soysal’lar, bu sefer globalleşmeye karşı...
       
68 SONRASI ÇEVRE, GIDA, SAĞLIK TEMALARI
       N.GÖLE-
Çok şık oldu. Çünkü, milliyetçilik tanımları farklılaşacak. Zaten kendilerine “sol Kemalist” diyorlar; 70’li yılların bağımsızlık ilkesine çok yakın bir milliyetçilik anlayışı. Yeni Atatürkçülüğün ortaya çıkması, biraz da öze dönme, “Kökten Atatürkçülük”.
       Rozetle apoletin her seferinde üstüste takılmayacağını öğrenmek lazım. Öte yandan milliyetçiliğin rekabetçi boyutuna ağırlık veriyor. Derviş Atatürkçülük ve globalleşmenin yeni bir sentezini temsil ediyor. İki zıt hareket, Kemalizm ve Atatürkçülük ayrımına tam da oturuyor.
       Uzun süredir Fransa’dasınız? Globalleşme açısından Fransa’daki ve Türkiye’deki ulusal refleksler, benzerlikler taşıyor. Nasıl karşılaştırma yaparsınız?
       N.GÖLE- Bir kere Fransa’daki globalleşme karşıtlığı Amerikanlaşmamak. Globalleşmenin Amerikanlaşma boyutu, Avrupalılaşma boyutundan daha fazla. Hatta Avrupa içinde yer almak bir anlamda globalleşmeye karşı bir direnç güç oluşturabilir. Bir ikincisi anti-global sosyal hareketler ki, bu hareketlerin Seattle’dan beri globalleşmeye yönelttikleri eleştiriler, bir yandan solu yeniden canlandırıyor, öte yandan 68 sonrası çevre, gıda, sağlık gibi temaları farklı bir boyutta yeniden gündeme getiriyor. Bize henüz anti-global sosyal hareketler yansımadı. Herhalde deli dana olayından uzak hissediyoruz kendimizi de ondan!
       Türkiye’de Avrupalılaşma diye bir akım var mı?
       
COĞRAFYASIZ YAŞAM ZOR
       N.GÖLE-
Yeterince yok... Aslında cumhuriyet klasiğinin de oluşması için gerekiyor. Üstelik Türkiye’nin kendisine tuttuğu Batılılaşma aynası, onu coğrafyasızlaştırdı. Kendimizi soyutladık, Arap ülkeleriyle, İslam ile özdeşleşmeyelim, Osmanlı’yı reddi miras edelim diyerek... Türkiye’nin böylesine coğrafyasız yaşaması zor bir şey. Özallı yıllar Türkiye’ye bir coğrafyası olabileceğini hatırlatmıştı.
       Şimdi coğrafyasız mı kaldık?
       N.GÖLE- Bence coğrafyasız. Onun için çevre düşmanlarla dolu. Şimdi bunun, Batıya, globalleşmeye karşı olan, bağımsızlık mücadelesinde olan, soyut bir modernlik özleminde olan tanımı, Kemalizmin.
       Saflık arayışı. Her düzeyde gözlemleyebiliriz. Üniversitede bile. Arap ülkelerinden birini çağırsanız, sanki ikinci sınıf muamelesi yaparlar. Coğrafyasız kalmak budur. İlişkilerini kuramamaktır. Yüzü hayali olarak Batı’ya dönük, ama Fransa’ya gidemezler. Çünkü Fransa madem Ermeni yasasını çıkardı, olmaz. Ee, İtalya, Apo’yu misafir ediyordu, o da bizden uzak. Ne kalıyor geriye. Çok uzak bir Amerika. Amerika, Türkiye’nin yerini bilmeyen insanlarla dolu. Türkiye’nin Batıcılığı, hayali bir coğrafyanın içine kurulmuş bir Batıcılık.
       Solcu aydınların Yunanistan dostluğuyla bütünleşen bir Akdeniz hayali vardı. Şimdi o da yok. Coğrafyasız olunca, herkes düşmanınız oluyor.
       Fransa’da da bu türban çok ciddi olarak kamu alanında, eğitimde sorun oldu. Orada neler konuşuluyor? Türkiye ile sanki benzer bir kaderi var?
       N.GÖLE- Kamusal alan tanımımız Fransa’ya benziyor. Kamusal alanın bir laik alan olması gerektiği, bir nötr alan olması... Laik bir kamusal alana çıktığınızda, sizi farklılaştıran sembollerinizi bırakarak, adım atmanız gerekiyor.
       Orada nereye geldi tartışma?
       N.GÖLE- Hala sürüyor.
       Atatürkçülüğün de hoşgörülü Atatürkçülük olarak tanımlanmasını söylediniz. İslam için de aynı şeyi söylemek mümkün mü?
       N.GÖLE- Hoşgörü sözünün de eleştirisi yapacağım galiba. Tarık Akçam’ın kitabında vardı. Hoşgörüde sempatik olmayan bir hiyerarşi var, üstteki alttakine hoşgörü gösteriyor. İslamdaki hoşgörü de biraz daha pederşahi bir hoşgörüyle örtüşüyor.
       Hoşgörü eksikliği var mı Türkiye’de ?
       N.GÖLE- Çok hoşgörülü gibi durmuyoruz, ama pragmatiklik yumuşatıyor. Örneğin İslami kesim, saflığını kaybetmenin bilincinde. Melezleşmenin, hatta daha çok farkında olan İslami kesim. Burada haklarını verelim. Türkiye’nin diğer kesimi melezleşmeye hala karşı çıkmak istiyor.
       Saflıktan yana mı onlar hala? Peki onlar neyin saflığını korumaya çalışıyor?
       N.GÖLE- Şık kebapçılar, Arabesk müziği ile melezleşti Türk seçkinleri. Onları ilk melezleştiren Tatlıses’tir.... Türk seçkinine yani Beyazlara Antep yemeğini, Adana kebabını, hatta biraz da Arap aksanıyla Türk yanıklığını tattıran Arabeskleşme.
       
TARKAN’IN FOTOĞRAFLARINA HOŞ BAKAMIYOR
       Arabesk bir çeşit melezleşmenin motoru oldu. Tatlıses, artık melez. Onu izleyen melezleşme süreci tamamlandı. Beyazlaşma süreci de çok güçlü. Şu anda, Kemal Derviş örneğini alıp tenise yazılan çok genç var. Beyazlaşma da burjuvalaşma oluyor. Globalleşme deyip duruyoruz. Halen fazla Türküz, rengimiz hala fazla kara. Halen burnumuz büyük. Halen eşcinsellik korkumuz var. Bir reklamcı arkadaşım söylemişti, Türkiye, Batıya giremez, çünkü yeterince henüz diş fırçası, deodorant, kullanmıyor. Blue jean giymedi. Tarkan’ın fotoğraflarına hoş bakamıyor.
       AB içinde de “Türk kültürü hiçbir zaman aydınlanmayı kabul etmedi, yaşamadı, onun için Avrupa’ya girmemeli” diyenler var...
       N.GÖLE- Bu onların dar görüşlü tarafı. Hala Avrupa geçmişine bakıyor. Biraz daha geleceğe baksa. Onların çifte standardı ve melezleşmekten korkuları da var. Ama Türkiye’nin de göremediği taraflar var. Oryantalizm ve Alaturkalık gibi durabilir. Ama kendi farklılığımızı göreceli bir avantaja çevirmek gerek. Batı’ya gittiğiniz zaman halen bizdeki “bolluk” denen şeyi farkedersiniz. Yani zamanımız bol, bozuk paramız bol.
       Batı’da bir dakikayı geçirmenin hesabı var. Bizim memlekette yok. Yani, genişiz. Onun için bütün bu “solidarite” dediğimiz “dayanışma” da bundan geliyor. Rekabette zor oluyor ama bence yaşam kalitesi açısından çok önemli bir bolluk var.
       MHP’nin son yıllarda güçlenmesi, belli bir taban kazanmasını nasıl yorumluyorsunuz? Sosyolojik anlamda MHP neyi temsil ediyor?
       N.GÖLE- Bence o da Kemalizm kadar karışık şeyleri içinde barındırıyor. Yani, bir taraftan, “biraz da buralılık lazım; bu kadar da bırakamayız, herşeyi” anlayışı. Öbür taraftan da çok açılmaktan yana olmayan, geleneksel tarafı var. Yani İslamcı kesimden çok daha hiyerarşik, erkek hareketi. Kimse bugün İslami hareketi bir erkek hareketi olarak düşünmüyor. MHP’yi düşündüğümüzde hemen aklımıza erkekler topluluğu geliyor.
       Maço mu?
       
PEDERŞAHİ VE ÇOCUKLUK VAR
       N. GÖLE-
Maço yok Türkiye’de canım. Alev Alatlı’nın tezine katılıyorum. Maço kültürü için bir kadın-erkek baştan çıkarıcılığı, bir ortaklığı lazım. Burada pederşahi ve çocukluk var. Kadını kadın kabul etmeden maço olur mu? Maçoluk biraz da kadınla erkeğin arasındaki iktidar ilişkisinin kendini ifade ediş biçimi. Bizde erkekler önce anneleriyle oturuyor, sonra da karısıyla evleniyor. Yalnız kalamıyorlar gibi...
       Bakıma mı ihtiyaçları var?
       N.GÖLE- Bilmiyorum.... Herhalde güvence ve şefkati çok seviyorlar.
       Türkiye’de erkekler yalnız kalamıyor mu? Bunun sosyal ve siyasi yansıması nasıl oluyor?
       N.GÖLE- Bir kere güruh halinde dolaşıyorlar. Cemaat hareketleri, takım arkadaşlığı oluşturuyorlar.
       Hem sağda, hem solda ve böyle mi oluyor?
       N.GÖLE- İslami kesim için örneğin “edep” önemli, davranışları belirliyor. Türkiye’de de Arabeskle İslam en çok birbiriyle rekabet halinde iki ayrı yaşam tarzı. Biri edepli, biri edepsiz diyebiliriz. İkisinin de bir modernliğe girme çalışması var. Kişisel ve kamusal olarak... Ama kendi eğlence ve edep anlayışlarıyla.
       Peki Türkiye’de Arabesk ile İslam dışında kalan toplumun da bir yaşam tarzı var.
       N.GÖLE- Üçüncü kesimde, ne İslamla kendini özleştiriyorsun, ne Arabeskle. Bunlar kendilerini tanımlayamadılar. İşte bunlar Derviş’ini arıyor.
       Bunların kendine göre bir estetiği var mı?
       N.GÖLE- Bence estetiklerini dayatamadılar, İslam ile Arabesk arasına sıkışmış Türkiye’de. Onun için bir Beyoğlu nostaljisi var, onun için Vitali Hakko direniyor. Demek istediğim, hiç beklemediğimiz kesimler kendine yeni bir model arayışında. Ve aslında Arabeskin erozyonuna uğradığını görüyoruz. Karşı çıkanların en çok uğradığını. Bütün o programlar, televizyon programları. Bugün böyle bir cazgır tiplemeler çıktı. Herkes cazgır. Cumhuriyet muhafazakarlarıyla bu cazgırlar arasında hiçbir köprü yok ama.
       Modernleşmeyle cazgırlık elele mi yürüyor?
       N.GÖLE- Hayır, 90 sonrası bir şey oldu. Bu bireyselleşmenin, anarşik bir anlamda bireyselleşmesi. Kurallar koymaksızın ortaya çıkış. Bunu getirdi.
       
KAMUSAL BİLİNÇ
       Araba kullanış tarzından, profesyonellik anlayışına kolay para yapmaya kadar. Bence bugün Türkiye’deki meselese liberalizm değildir. Kamusal bilinç, yani kişinin kendini kendini sınırlamasıdır. Yani, ortak alanların oluşması. Nedir? Bir tek bana yarayacak bir ekonomik program olmaz; bir tek ötekinin canı acımayacak. Diğerine, ötekine yol vermeyi bilmek, sırasını beklemeyi bilmek. Örneğin piyasada söz verip yapmamak. Ama bir de selamlaşmanın, yolda giderken çarpmamanın kültürel kodları, edebi var. Kamusal bilinç dediğim, bu edebin bir şekilde yeni koşullarda yeniden ortak bir bilinç olarak yaratılması.
       Kim getirecek bu yeni kamusal alan bilincini?
       N.GÖLE- Kendi kendini sınırlama fikri, karşılıklı bağımlılık demek.
       Türkiye bu çelişkiler ve karşılıklı bağımlılık arayışında nereye gidebilir?
       N.GÖLE- Ben, Türkiye’de tüm bu gerilim hattı dediğim, birbirinden çok farklı gibi görünen, birbirine düşman kardeşler olan bakan Türkiye’deki kutuplar, farklı kesimler arasındaki çelişkilerin yaratıcı bir çelişki olduğunu düşünüyorum. Sentez değil. Sentezde bir duraganlık var. Bu gidiş gelişlerin, gerilimlerin, kavgaların.... Doğum sancıları da var.
       Fatih Terim’in İtalya macerasını kültürel açıdan nasıl yorumluyorsunuz?
       
TERİM DELİKANLILARI ÇOK İYİ ANLIYOR
       N.GÖLE-
Öfkesini zorla tutan erkek imajı... Hafif delikanlılığını yeni arkasında bırakmış... Onun için delikanlıları çok iyi anlıyor. Ama onları çok iyi anladığı için de özel hayat ile profesyonel hayat arasındaki sınırları kaldırmış. İki anlamda otorite: Hem bilen kişi, hem ötekileri kontrol eden. Bu nedenle Türk insanından zor alınan profesyonel verimi alıyordu. Yani, modernlikle saatlerimizi ayarlarken, küçük farklılıklarımızı avantaja çevirmek gerekiyor. O zaman rekabette kazanıyoruz.
       Aynı zamanda Türkiye’nin global sahneye çıkmasını da Fatih Terim temsil edebiliyor mu?
       N.GÖLE- Avrupa’dan yetiştirilerek gelmedi. Yerliliğini güce çevirdi, engele değil.
       Ama sonra İtalya’da kulüp başkanı ile kişilik kavgası çıktı
       N.GÖLE- Kişi kavgası, kişilik kavgası. Türkiye’nin çok önemli sorunlardan biri. Belki de bizim Batıyla ilişkilerimize de yansıyan. Ama ben bunu öğrencilerimde bile gördüm. Hocalık deneyimimden çıkararak da söylüyorum. Kişilik önde gidiyor.
       
TÜRKİYE’DE HERKES YAPTIĞI İŞTEN KENDİNİ BÜYÜK GÖRÜYOR
       Önce kişilik faktörlerini aşarak ders vermek zorundasınız.... Doğrudan kişilikler, “beni sevdi, sevmedi, taktı takmadı”... “Evladım, yani seni sevmek durumunda değilim, öğretmeye çalışıyorum.” Neden bu kişilik fazlası? Bilimsel bir cevap ararsak, sanayi toplumu halkasını atladık, modernleşme hikayemizde... Bunun sonucunda iş, çalışma toplumumuzun, kişiliğimizin esas öğesi olamadı. Feminist hareketin bile esas tanımı, “kadının özgürleşmesi için çalışması gerekiyor” fikrine dayanır. Örtüsünü çıkarmasına değil.
       Çalışma, yaptığınız iş, insanın kişiliğini tanımlayan, modernlikle bağlantısını tanımlayan en önemli değer. O değerin etrafında bütün bir toplum örgütlenir. Biz o değerin etrafında örgütlenmedik. Geriye ne kalıyor? Kendinizi kişiliğinizle ispat etmeye çalışıyorsunuz, yaptığınız işle değil. Dikkat edin, dinleyin insanları, Türkiye’de herkes yaptığı işten kendini büyük görüyor. Yani, “kişiliğim, benim yaptığım işten daha önemli” diyor, sezdiriyor. “Onu yapıyorum ama ben daha önemliyim” demek istiyor...Öyle de zaten!
       
       

Prof. Dr. Nilüfer Göle ile iletişim kurmak isteyenler gole@boun.edu.tr adresinde kendisine ulaşabilirler.
       
       
    TOP5 Ergenekon’da 16 kişi daha gözaltında  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları