Home page
Haber Menüsü


Tiyatro yönetmeni YÜKSEL YOLCU
Iğdır’dan Berlin sahnelerine dokunan yürek
Yolcu ailesi, 70’lerin başında Iğdır’dan göç etti Berlin’e. Beş kardeşin üçü sanatçı. Ağabey Mürtüz, Berlin’de Diyalog Tiyatro Festivali’nin yönetmeni. En küçük kardeş Yücel, İstanbul’da film yönetmeni.
Suha Çalkıvik
NTV-MSNBC
    18 Nisan 2005 —  Yüksel Yolcu, son yıllarda Almanya’nın en çok tercih edilen, en üretken genç tiyatro yönetmenlerinden biri. Yüksel Yolcu, Iğdır’da 1966’da doğdu. 6 yaşında Berlin’e yerleşti. Berlin Teknik Üniversitesi‘nde Pedagoji okudu.  

   
 
       
    MSNBC News Berlin'de bir Öykü'müz var
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 


Yazara e-posta atmak için resmin üzerine tıklayın.
        Berlin Güzel Sanatlar (HdK) Oyunculuk Bölümü’nü bitirdi. Schiller Theater, Grips Theater ve Caroussel Theater´de oyunculuk yaptı. Paris’te Yönetmenlik öğrenimi gördü.
       1994’den itibaren altı yıl boyunca ‘mask’ eğitimi aldı. Paris‘te bulunduğu dönemde Ariane Mnoschkine, Simon Akbarian ve Mario Gonzalez gibi ustalarla Theatre du Soleile ve Theatre du Movement´te çalıştı. Kopenhag, Malmö ve Göteborg‘da konservatuar oyuncuları ile mask çalışmaları yaptı.
       Sinemada oyuncu olarak Wim Wenders, Andreas Dresen ve Roland Suso gibi yönetmenlerle çalıştı. Beş yıldır Alman Devlet Tiyatroları’nda rejisör olarak çalışıyor.
       2003 yılında ‘Grimm Kardeşler Ödülü’nü kazandı. Anouilh, Steinbeck, Brecht, Fugard, Shakespeare ve Çehov yorumlarının yanı sıra, Almanya’da birçok yeni oyunu ilk kez sahneleyen yönetmen oldu.
       Yüksel Yolcu’nun en son sahneye koyduğu, Shakespeare’in ‘Kuru Gürültü’ adlı eseri, bugünlerde Gera Devlet Tiyatrosu’nda oynanıyor.
       
       Yurtdışında yaşayan ve dallarında çok başarılı olan, ama isimlerini dahi duymadığımız sanatçılarımızla yaptığımız söyleşi dizimize, Öykü Önal’dan sonra Yüksel Yolcu ile devam ediyoruz.
       

       Iğdır’dan Berlin’e göç edişinizden başlayalım mı?
       1960’ların ortasında, 70’lerde Almanya, işçi istiyordu. Babam yazıldı oraya. 1970’de babam geldi önce Almanya’ya, bir sene sonra yalnılığa dayanamadı, annemi istedi yanına, bir süre çalışıp geri dönecekti. Biz beş kardeşiz, önce üçümüzü aldırdı babam yanına, sonra diğer iki kardeşim de geldi Berlin’e. 1970’de buraya göç etmesinin asıl nedeni fakirlikti, biz beş çocuğuz, babamın da beş kardeşi vardı. Kolay değildi bu. Ama şimdi düşünüyorum da, ömür boyu babama minnettar olacağım bu kararından dolayı. İyi ki babam, bu adımı attı, iyi ki bu cesur kararı aldı.
       
       Neden tiyatro?
       Sekiz ya da dokuz yaşındaydım beni ilk kez tiyatroya götürdüler. O gün prova yapıyorlardı, küçücük bir salonda pantomim yapıyorlardı. O provaya gittiğimde, salonda acayip bir sessizlik vardı ve bu sessizliğin içinde vücutlar oynuyordu, bir şeyler anlatıyorlardı. Ama o tiyatronun, salonun kokusu beni çok etkiledi. O sessizliğin içinde sanki bir sır varmış gibiydi, hayat değildi o, yani bizim o dışarıda otobüste olsun, evde olsun, o realite yoktu da sanki ‘başka bir gerçek’ vardı. O sanki başka bir sır gibiydi. O beni çok etkilemişti. Şu anda bile girdiğim tiyatronun o kokusunu aldığımda, o boş salondaki sessizlik, mükemmel bir şey. Tiyatro sevgisi galiba öyle oluştu. Ondan sonra, bir defasında izlemiştim Paris’te Ariane Mnouchkine’i izlemiştim, ondan çok etkilenmiştim.


        Benim babam çok ciddi bir insandır, ama bir Azeri köy düğününde oynamaya kalktığında müzikle birlikte gözleri büyürdü, gururlanır ve bütün o ciddi yüz ifadesi değişiverirdi. Benim için, bu da bir anlamda tiyatro. Onun dışında, bizim köyümüzde biri öldüğünde kadınlar çok ağlarlardı, üzerlerini yırtarlardı, yemekler yapılırdı, bahçelerde insanlar toplanır, ağlarlardı. İnsanoğlu o tür durumlarda daima kişiliğinden çıkıyor, başka kurallara uyuyormuş gibi oluyor, o an Tanrı’yı arıyor sanki. Dört, beş yaşındayken bizim köyün ortasındaki ana yolda insanlar zincirleri almışlar ellerine, kendi sırtlarına vuruyorlardı, kanıyordu vücutları. Ben çok korkmuştum, çok etkilemişti beni bunlar. Yani insanın o acının içine girebilmesi, o derece fanatik olabilmesi...Zaten insanın Tanrısal bir tarafı da olur, aptal bir tarafı da olur. Bu, çok ilginç bir karışım.
       
       Pedagoji eğitiminin tiyatro anlayışınıza katkısı oldu mu?
       Bir yandan avantajı oldu, bir yandan da dezavantajı oldu galiba. Çünkü pedagoji devamlı insanlarla konuşmayı, iletişime girmeyi, dertlerini dinlemeyi anlatır. Bu bazen kötü oluyor, çünkü ben bir oyunun provalarında oyuncularla çok fazla konuşurum. Onlar bir figürü bilmek isterler, o durumu, felsefesini öğrenmek isterler. Ama benim için prova, sürekli konuşmak değildir, bir şeyleri denemektir, yapmaktır. Bazı oyuncular korkudan ötürü kaçarlar oyundan. Onların bu kaçamakları da, oyuna bağlanmaları için onlarla habire konuşmanıza neden olur. Böyle şeyi sevmem ben. Pedagojide çok konuşmayı öğrendim. Bu biraz dezavantaj oldu galiba. Ama pedagoji bölümündeyken psikoloji dersleri de vardı. İlginç olan buydu zaten. İnsan psikolojisi olsun, insan çocukluğunda nelerden etkilenir, toplumdan nasıl etkilenir, aile değerleri nasıl etkiler? Bu eğitim, bir ön hazırlık gibi bir şey oldu. Zaten benim pedagoji okumam tesadüfen değil. Ben bir şeye inanırım: hiçbir insan, bir şeyi boşuna yapmıyor zaten. Bunlar, insanın önündeki yolda ilerlerken ona yoldaşlık eden şeylerdir.


       İnsanın bunları iyi değerlendirmesi gerekiyor, bunların insanın gözünü açması lâzım. Sonuçta, pedagojinin çok yardımı oldu. Oyuncularla sürekli iletişime girmeyi öğretti. Kızmadan, bağırmadan, bu çok önemli. Bu bizim toplumda özellikle çok önemli, çünkü Türkiye’de çok duygusal insanlarız, hemen patlarız. Ama bunların tiyatroda yeri yoktur, olamaz. Tiyatroda bir yerlere varamayız öyle olursak.
       
       Üç kardeş sanatçısınız. Kardeşiniz Yüce Yolcu’yu tanıyoruz. Anlat İstanbul filminin yönetmenlerinden biri. Diğer kardeşleriniz sanatla ilgileniyorlar mı?
       
Ablam çocuk eğitmenliği yapıyor. En büyük ağabeyim taksi şoförlüğü yapıyor. Onlar sanata yakın değiller. Ama biz üç kardeş aynı dalda olmasak bile sanatla uğraşıyoruz. Hatta bir ara Berlin’de Güzel Sanatlar’da bizim aileden üç kişi okuyorduk. Ben oyunculuk okuyordum. Yücel, sinema okuyordu, kuzenim de resim bölümünde idi.
       
       Ağabeyiniz Mürtüz Yolcu da 10 yıldır Berlin’de yapılan Uluslararası Diyalog Tiyatro Festivali’ni yönetiyor. Türkiye’den oyunlar davet ediyorsunuz. Bu da heyecan verici bir oluşum. Türkiye’den topluluklar gidiyor, yabancı topluluklarla birlikte oynuyorlar. Türkiye’ye sık sık gelerek oyunları izliyorsunuz, Almanya’daki tiyatro anlayışı ile Türkiye’deki tiyatro anlayışının farklılıkları neler?
       
Almanya’da tiyatro, toplum için çok önemli görülüyor. Tiyatronun topluma verdiği eğitimi çok ilginç buluyorlar. ‘Onsuz olmaz’ diye görülüyor tiyatro. Toplumu eleştirecek, toplumun hakikaten aynası olacak bir unsur olarak görülüyor. Tiyatro sadece insanları güldürme, eğlendirme aracı olarak görülmüyor. Almanya’daki kuşakların değerlerini eleştirecek bir okul olarak görüyorlar, bu çok önemlidir. Almanya’daki bir başka farkı da, buradaki tiyatro yapan topluluklar olsun, yönetmenler olsun hayata karşı vizyonlarını hiç korkmadan, çekinmeden ortaya koyabiliyorlar. Buna da toplum kızmıyor. “Bunu niye böyle yaptın? Yapılmaz! Seni cezalandıracağız.” Böyle tabular yoktur. Bunun böyle olması çok önemli, çünkü sanat, tiyatro daima başka bir şey söylemelidir. Tiyatronun görevi de bu. Hakikaten toplumu eğitmesi lâzım. Eğitmesi, bir öğretmen gibi değil de başka bir yönden etkilemesi lâzım. Ama o toplumun tiyatrosunu koruması lâzım, ona o serbestliği vermesi lâzım. Onu kırmadan.
       
       Siz Türk tiyatrosunda, izlediğiniz oyunlarda bu özgürlüğü görebiliyor musunuz?

       Maalesef o kadar bulamadım. Türkiye’deki her oyunu izlemedim, yirmi oyun vardır izlediğim. O oyunlarda gözüme çarpan bir şey oldu; Hani, bir misafirliğe gidersiniz. O misafirlikte bir şeyler olur, kalkıp bir şey söylemek ister insan veya bir şeyi eleştirmek ister veya insanın kalbinden geçen bir şey olur. Hani dersiniz ya, “boşver ya, söylemeyeyim, ayıp olur.” Türkiye’de tiyatro, biraz böyle. Tamamen açılmıyor, açılamıyor. Tiyatro yapanlar, yönetmenlik yapanlar galiba biraz eski ustalarımızın gölgesinde kaldılar. “Tiyatro eskiden nasıl yapılırdı? Tiyatronun geleneği nasıldır? Biz bunu öyle söyleyelim” şeklinde yaklaşıyorlar. Ama bu, her zaman olmuyor. Çünkü sanat bize, hayatın bir akış olduğunu anlatır. Hayatın bize kalıplanmamış bir şey olduğunu anlatır. Her toplumun, her kuşağın doğurduğu kendi doğurduğu yönetmen vardır. Bu yönetmenler kendilerine ait bir şeyler yaparlar. Kendinden çıkarak, hiç korkmadan, kendi kalbi, misyonu neyse, onu ortaya koyabilmesi lâzım. Bunun ortaya konabilmesi için, şimdiye kadar olan o kalıpları, o düşünceleri biraz olsun yıkmak lâzım. Yıkmak, çok önemli.
       
       Orada oyunculuk da yaptınız, yönetmenlik yapıyorsunuz. Bunu neye borçlusunuz? Aldığınız tiyatro kültürüne mi, yaratıcılık yolunda yaptığınız çalışmalara mı? Siz şu anda Almanya’da Devlet Tiyatroları’nda ve diğer önemli tiyatrolarda oyunlar sahneliyorsunuz. Hatta bir çok oyunu dünyada ilk kez siz yönetiyorsunuz.
       Birkaç oyunu ilk kez ben sahneye koydum. Bilmiyorum, ama bunun nedeni tamamen benim Iğdır’dan, Türkiye’den gelmemden kaynaklanıyor. Biz duygusal insanlar olduğumuz için, Anadolu’da yaşayan insanların kafalarında kalplerinde bir sürü resimler vardır aslında. Alman tiyatrosu daha çok analiz eden, düşünen tiyatrodur. Almanlar tiyatrolarına ‘konuşma tiyatrosu’ diyorlar zaten. Goethe’si olsun, Schiller’i olsun, Nietzsche’si olsun, bunlar acayip derinden düşünen insanlardır. Ama ben sahneye oyun koyduğumda, daha çok resimleri koyuyorum. İnsanları duygusal taraflarından yakalamak istiyorum, onların kalplerine dokunmak istiyorum. Burada bazı tiyatroların hoşuna gitmez bu. Ama bana sahneye koymak üzere bir oyun verdiklerinde, oyunu hiçbir zaman fazla analiz edemiyorum zaten. O oyunu aldığımda hangi yankıyı yapıyor benim içimde, hangi resimler oluşuyor, o çok önemli. Örneğin, 2002 yılında bana Fluchtwege (Kaçış Yolları) adlı oyunu verdiler yönetmem için. Yugoslavya savaşını anlatıyordu oyun. O oyunu çalıştım ve sonra “bu, böyle olmaz!” dedim ve oraları görmeye gittim. O oyunu okuduğumda, bizim Türkiye geldi gözlerimin önüne, göçler olsun, kaçışlar olsun. Bu resimler oluştu kafamda ve oyunu yaptım. Çok başarılı oldu oyun ve 2003 Grimm Ödülü’nü aldım o oyunla. Fark galiba bu.
       
       Sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da gitgide yükselen ırkçılık dalgası, Iğdırlı yönetmen Yüksel Yolcu’ya, tiyatronuza nasıl yansıyor?
       
Yansıyor tabii. Tiyatro yapmanın ana amacı bu zaten. İnsana, insan olduğunu hatırlatması. Tiyatro bunu hatırlatıyor. Tiyatro yeni bir şey ortaya koymuyor. Biz, insanlara daima hatırlatıyoruz. Bizim istediğimiz de, insanları o ayrımdan, ırkçılıktan uzak tutmak. Kendi aralarında veya başka ülkeler arasında barış içinde, kardeşlik içinde, gerçi bu laflar çok söylendi ama, yaşamaları gerektiğini hatırlatmak. Ama ben sinemanın bu konularda çok daha etkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin bu dönemde iyi bir film yaptığınızda, iki üç ay sonra bütün dünyada oynayabiliyor. İnsanın bilincini değiştirebiliyorsunuz o filmle. Ama tiyatroda maalesef, bir oyunu 2000-3000 kişi izleyebiliyor. Bunun dışına çıkamıyor. Bir toplumda tiyatroya, kültüre ayrılan para çok az. İnsanların insanlıktan uzaklaşmaları, ırkçılık, insanlığın nereye gittiğini anlatıyor aslında. Şimdiye kadar yaşadığımız değerlere göre, arayış içinde olduğumuz o dinler olsun, o felsefeler olsun bir yerlere varamadılar. Bir şeyleri yanlış yaptık biz. İnsanlık bir şeyi yanlış yaptı. Ama bunu bilmesi lâzım. Tiyatro ne kadar etkili olur bunda? Bilemiyorum. Kötümser değilim ama, bunun değişmesi için daha çok para ayrılması lâzım, onun için her şehre tiyatro yapmak lâzım. Örneğin bu konuda Fransa’yı çok seviyorum. Fransa’nın ne kadar küçük bir şehri olursa olsun, o şehrin daima bir tiyatrosu oluyor. Almanya’da da böyle bu. Iğdır’da bir sinema bile yok. Tiyatro, hiç yok. Bu çok önemli, insanın eğitilmesi için çok önemli.
       
       Iğdır’da sinema, tiyatro yok. Ama kıpırdanmalar başladı Anadolu’da. Van’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da tiyatrolar seyirci rekoru kırıyorlar artık. Nazım Hikmet’in Yolcu’su, Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı oynanırsa, seyirci dolduruyor salonları. Sizin gelip bu topraklarda tiyatro yapma gibi bir projeniz var mı kafanızda? Türkiye’den davet aldınız mı hiç?
       
Birkaç konuşma oldu ama bir sonuca varılmadı. Yalnız, ben çok isterim gelip çalışmayı. Hani ‘insanın bir şeye kanı kaynar’ derler ya, çok isterim. Çünkü ben şimdiye kadar Paris’te çalıştım, Almanya’da çok çalıştım, hatta Danimarka’da, İsveç’te çalıştım, yalnız Türkiye’de olmadı. Çok isterim Türkiye’deki oyuncularla çalışmayı. İzlediğim kadarıyla Türkiye’de mükemmel oyuncular var.


       Ben gelip orada Shakespeare’in Fırtına oyununu yapmak isterim veya Mevlana üzerine çalışmak isterim. Veya Yunan tragedyalarından bir oyun koymak isterim. Benim içimde, kalbimde yatan bir istek bu.
       
       Her geçen yıl Türkiye’de konservatuarların sayısı artıyor. Yılda ortalama 200 kadar oyuncu adayı mezun oluyor bu okullardan. Fakat ödenekli tiyatrolarda bu sayılarda kadrolar yok. İşsiz oyuncular ordusu büyüyor. Genç oyuncu arkadaşlara ne yapmalarını önerirsiniz?
       Okulu bitirdiğinde insan çok idealist oluyor. İdealist olmaları da çok önemli. Onların kendi yollarında gitmeleri lâzım. Rüyalarını, o isteklerini hiçbir zaman kaybetmemeleri lâzım. Devlet Tiyatroları’nda kadrolu oyuncu olarak çalışmak önemli ama biraraya gelip yeni bir tiyatro ekibi kurmak, yeni adımlar atmak, yeni oyunlara da el atmak. Yeni formüller, yollar bulmak da lâzım, yeni estetikler bulmak lâzım. Ama yepyeni bir şey değil, herşey vardır zaten. Ama düne, eskiye bakarak onları yeni şeylere çevirmek lâzım. Biliyorum, tiyatro hakikaten parasız olmuyor. Çünkü insanların yaşamaları lâzım, kiralarını ödemeleri lâzım, ama yapabildikleri kadar yeni bir şeyler yapmaları lâzım. Sanatçı ruhlu insanlardır bu insanlar. Öldürmek istiyorsanız bu insanları, alın onların elinden tiyatroyu, oyunculuğu alın ellerinden, onları öldürürsünüz böylece. Ama böyle insanların ölmemesi için onları toplumda korumak lâzım. O sanatçıların bir şeylere inanmaları, kendi yollarından gitmeleri lâzım. Kendilerini geliştirmeleri için, tiyatro anlayışlarını geliştirebilmeleri için olabildiği kadar başka yerlere de gitmeleri, başka ülkelere de gidip oralardan da bakmaları lâzım. Çünkü tiyaro kitaplardan oluşmuyor. Tiyatro, geriye bakarak da olmuyor. Tiyatro için hayatı izlemeliyiz. Geçenlerde önemli bir Alman tiyatro dergisinde şöyle yazıyordu: “Alman tiyatrosu Tanrı’yı keşfetti” On tane tiyarodan örnek verilmişti yazıda. O tiyatrolarda İncil’den oyunlar koyuyorlar veya konusu Tanrı olan oyunları değiştirip sahneliyorlar. Yani, bu çok doğal. Çünkü insanlık bir yerlere varmıyor. Neyi kabul ettik biz? Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununu. ‘Godot’, ‘God’ yani Tanrı’yı beklerken, ‘kaç seneden beri Tanrı’yı bekliyoruz’, diyorlar. Yeni bir şey söyleyemiyorlar bunlar tiyatroda.
       
       Yeni sahnelediğiniz projeniz Shakespeare’in Kuru Gürültü oyunu. Almanya’da sahnelediğiniz bir oyunu Türkiye’ye getirmek gibi bir girişiminiz oldu mu?
       Oyun, 8 Nisan’dan beri Gera şehrinde Devlet Tiyatrosu’nda oynanıyor. Sonra Altenburg’a turne yapacak aynı oyun. Bu oyunların Türkiye’ye gitmesini çok isterim. Ancak bu oyunları Alman devlet tiyatrolarına yaptığımız için organizasyonlarına karışamıyorum. Kendi bağımsız tiyatrom olsaydı, bu mümkün olabilirdi.
'Hadi Öldürsene Canikom'
       Hatta birkaç yıl önce Aziz Nesin’in ‘Hadi Öldürsene Canikom’ oyununu sahnelemiştim burada. Türkiye’ye, Adana Devlet Tiyatrosu’nun festivaline davet edilmiştik, ben de gitmiştim. O çok güzel bir duyguydu. Böyle bir fırsat, bir daha olsa çok isterim gitmeyi. Hatta en son, geçenlerde Berlin’de Neuköllner Oper Berlin’de bir opera sahneye koydum, adı İstanbul‘un Gülü. İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Osman Wöber oyunu davet etmek istediklerine dair bir yazı yazdı bize, kesinleşmesini bekliyoruz.
       
       Kazandığınız Grimm Kardeşler Ödülü’nden söz eder misiniz?
       Grimm, Almanya’da iki yılda bir verilen bir ödül. Edebiyat dalında da, tiyatro dalında da verilebiliyor. Grimm, topluma çok yararlı olan sanatçılara veriliyor. Bana ödülü, konusu Yugoslavya savaşı olan Fluchtwege oyunum nedeniyle verdiler. Grimm Kardeşler Ödülü, Almanya’da çok önem verilen ödüllerden biri.
       
 
       
    TOP5 38. Rotterdam Film Festivali başladı  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları