Home page
Haber Menüsü


Demirtaş Ceyhun fırtınalar yaratıyor
‘Edebiyatımı Geri İstiyorum’ Türkiye’de pek çok kavramın yeniden tartışılmasına yol açacak bir kitap. Demirtaş Ceyhun, yalnız kitabıyla değil, söyledikleriyle de edebiyat ve siyaset dünyasında dalgalanmalar yaratıyor.
İstanbul
NTV-MSNBC
    17 Mart 2005 —  Yazar Demirtaş Ceyhun, postmodernizmin ‘Amerikan İmparatorluğu’nun yeni ideolojisi olmasından, Soğuk Savaş’ın edebiyat ve toplum yaşamımıza etkileri üzerine duymaya ve okumaya alışık olmadığımız şeyleri söylüyor.  

   
 
       
    MSNBC News Sadece Hitler yaratmamıştı Alman çılgınlığını!
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 


Yazara e-posta atmak için resmin üzerine tıklayın.
       
       Yasemin Arpa: Türkiye’de sorunun kitap değil bir edebiyat sorunu olduğunu söylüyorsunuz.
       Demirtaş Ceyhun: Tabii Türk toplumunun az kitap okuduğunu yadsımak olanaksız. Kitap okumak başka bir iş. Türk toplumunun fazla kitap okuyabilmesi için önce alfabe, okuma yazma öğrenmesi, iyi bir eğitim görmesi gerekir. İstatistiklere baktığınızda Türk toplumunun yüzde sekseni okuryazar görünüyor. Ama yüzde seksenin yarısından fazlasına askerlikte eğitim veriliyor. Yani zorla, okuma yazma öğretiyormuş gibi yapıyorlar, askerliği bitirince unutuyor. Doğru dürüst kitap okumasını bilmeyen adamın kitap okumasını nasıl bekliyorsunuz ki? Kitap sorunu eğitim sorunu, bilgi sorunu, bir toplumsal yapı sorunu. Yani henüz daha çağın bilincine varamamış, üretim ilişkileri hâlâ göçebe toplumu olan bir toplum aşamasında.
“Okuma yazma bilmeyenlere askerlikte eğitim veriliyor. Yani zorla, okuma yazma öğretiliyor; askerliği bitirince unutuyor.”

       
       Y.A.: Okulluluğumuz kişi başına 3,5 yıl...
       D.C.: Kitap ve edebiyatın altını çizerek ayırırken; Türkiye’de edebiyat üzerine dergi çıkmaz, Cumhuriyet, Radikal kitap eki çıkarıyor.Yani sadece kitap okunsun diye. Aynı olayı gazetelerimizde, yazılı basında da görüyoruz. Gazetelerimiz özellikle 1950’lerden itibaren, hatta 1948’de Hürriyet Gazetesi’nin çıkışıyla başlayan süreçte -Yedi Gün’de başlatmış olmalı Sedat Simavi- biz 2.Dünya Savaşı sonrasında Batı’dan gelen yönlendirmelerle kitap okumayı, gazete dergi okumayı artırmak için kullandığımız sözcük sayısını azaltmaya çalıştık.Yani bugün Türkiye’de bir gazete, bir kitap, bir dergi ne kadar az sözcükle çıkıyor ise o kadar çok okunuyor. 300 sözcükle bir dergi çıkartıyorsanız, 300 bin satıyorsunuz.
“Kitap okumayı, gazete dergi okumayı artırmak için kullandığımız sözcük sayısını azaltmaya çalıştık.Yani bugün Türkiye’de bir gazete, bir kitap, bir dergi ne kadar az sözcükle çıkıyor ise o kadar çok okunuyor.”

       
       Y.A.: Bunun nedeni ne?
       D.C.: Toplumsal yapı. Bakıyorsunuz Türk halkının konuştuğu kelime sayısı 300. 200 - 300 kelimeyle konuşan bu halka 3000 kelimelik bir kitap verdiğiniz zaman okutamıyorsunuz. 3000 kelimeyle bunalıyor bilmediği için. Tabii ki eğitim meselesi.
       Medyanın bugün temel görevlerinden biri okul dışı eğitim. Bu 1923’lerden sonra Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti’nde temel görevlerden biri olarak yüklenmişler gazete ve radyoya. Ama 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bizim basınımız büyük bir değişim geçirerek bu işlevini üzerinden attı, kolay yolu seçti. Konuştuğun kelimeyle gazete çıkarırsan, çok satar oldu. Hürriyet Gazetesi ve Sedat Simavi’yi alkışlaya alkışlaya bir hâl oldular... Sedat Simavi çok az kelimeyle başyazı yazdı. Başyazıda düdüklü tencere üzerine yazı yazdı. Düdüklü tencere üzerine başyazı neden yazılır? Nesini anlatırsınız bu düdüklü tencerenin başyazıyla? Çözülememiş bir sorunun yok ki düdüklü tencere ile...
“Sedat Simavi çok az kelimeyle başyazı yazdı. Başyazıda düdüklü tencere üzerine yazı yazdı. Düdüklü tencere üzerine başyazı neden yazılır?”

       
       Y.A.: Bu doğru olsaydı bugün gazetelerin çok daha fazla satıyor olması gerekmez miydi?
       
D.C.:
Adam zaten 300 kelimeyle konuşuyor, 300 kelimelik gazete okuyor. Yeni bir şey getirmiyor, 301 kelime olmuyur. O zaman gazete okuma ihtiyacı da duymuyor. Bugün 1950’den daha da kötüye gitmemizin sebebi basınımızın içine düştüğü açmazdır, ki bu açmazın en tipik örneklerinden biri de Yeşilçam’dır. Yeşilçam da, seyircisine en küçük bir katkıda bulunmayı amaçlamadı. Tam tersine seyircinin istediği filmi çekmeye niyetlendi. Ben hatırlıyorum. 12 Eylül sırasında ben de işsiz kaldım, tutuklandım. Çıktım ve Yeşilçam’dan birkaç defa ‘senaryo yaz’ dediler. Birkaç tane senaryo yazdım, hiçbiri çevrilmedi filme. Ama senaryoları yazmaya başladığımda Yeşilçam’dan bana ısrarla söyledikleri bir şey vardı:
“Adam kıza seni seviyorum diyorsa, iki defa seni seviyorum diye söyleteceksin ki, seyirci bu adam o kızı seviyormuş diye anlasın...”

       Aman ha, aman ha her şeyi iki defa söyleyeceksin. Türk halkı Türk seyircisi ‘seni seviyorum’ lafını bile anlamaz. Adam kıza seni seviyorum diyorsa, iki defa seni seviyorum diye söyleteceksin ki, seyirci bu adam o kızı seviyormuş diye anlasın...
       
       Y.A.: Dışarıdan yönlendirme... 1826 tarihli Bern Telif Hakları Sözleşmesi...
       
D.C.:
Mustafa Kemal insanlık tarihinde bir toplumu bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine eğitimle geçirmeyi düşünmüş tek lider. Yani çok ilginç bir şey var. Yeryüzünde bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine evrim dışında bir yolla geçmiş Türkiye dışında ikinci bir toplum yok.
“Mustafa Kemal insanlık tarihinde bir toplumu bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine eğitimle geçirmeyi düşünmüş tek lider.”

       Devrimle mevrimle de yapamazdın. Yani Stalin yapamamış devrimle... Zorlamış zorlamış Orta Asya toplumlarını, hâlâ göçebe herifler. 75 yıl Sovyetler’in bütün bütçesini akıtmış, bütün polisiye tedbirleri uygulamış, yok yapamamış, değiştirememiş. Özbek göçebe, Kazak göçebe, Türkmen göçebe, Kırgız göçebe, Azeri göçebe, hepsi göçebe...
       
       Y.A.: Öyleyse Mustafa Kemal’i ve karşı-devrim sürecini açıklamaya çalışalım...
       
D.C.:
Tabii. Mustafa Kemal biraz dikkatli incelendiği zaman çok berrak görülüyor. Mustafa Kemal’i 1932’den itibaren yok etmeye çalışıyorlar. Mustafa Kemal 1931 yılında Kadro Dergisi’ni kurmuş. Yakup Kadri’nin başkanlığında, Kadro Dergisi’yle planlı ekonomiye geçilmiş. İsmet Paşa 1932’de Moskova’ya gönderilmiş, git orada planlı ekonomi nedir, bak gel diye. Oradan uzmanlar da almış gelmiş. Türkiye birden 1932’den, 1935’e kadar inanılmaz bir atılım yapmış. Kayseri Fabrikası, Alpullu Fabrikası, Nazilli Fabrikası... Demiryolları döşenmiş, Sivas’a varmış demiryolları. Türkiye 1930’lu yılların o zor koşullarında bir kuruş parası yokken, inanılmaz bir ekonomik sıçrama yapmış. Neyle? Planlı ekonomiyle. Ve hemen 1935 yılında İngiltere’den çağrılmış Fethi Okyar. İngiliz Büyükelçisi, İsmet Paşa’nın İzmir demiryolunu açarken ‘biz milliyetçi sosyalist bir iktidarız’ demesinden çok rahatsız olduğunu söyler. Ve ‘Kemal Paşa’ya ilet, milliyetçi sol lafından çok rahatsız olduk. Mustafa Kemal Paşa şayet bize evet derse, bu ısrarından vazgeçerse, kendisine boğazların yönetimini bırakıyoruz’ der.
       Montrö Anlaşması’nı rüşvet olarak göndermişler. Rüşvet! Şimdiki gibi otobüs motobüs vermiyorlar yani. Montrö Anlaşması’nı veriyorlar rüşvet olarak. Biliyorlar Mustafa Kemal’in başka rüşvet almayacağını.
“Montrö Anlaşması’nı rüşvet olarak göndermişler. Rüşvet! Şimdiki gibi otobüs motobüs vermiyorlar yani.”

       Montrö Anlaşması üzerine 1932-33 yılında galiba, hemen Kadro Hareketi kapatılıyor. Yakup Kadri zoraki, diplomat olarak Tiran’a gönderiliyor ve planlı ekonomiden vazgeçiliyor.
       Mustafa Kemal’in uyguladığı politikalar, eğitimle kalkınma, ekonomiyle eğitimi bütünleştirme, bu halkı eğitimle bir başka toplum aşamasına getirme çalışmaları 1934-35’ten itibaren başlıyor. Mustafa Kemal’in devrimlerine karşı saldırılar ise 1945-46’dan itibaren son derece bilinçli bir tarzda; 1945’te Türkiye’nin IMF’ye girişi, Türkiye’nin Batı Bloku’na girebilmek için verdiği tavizlerle devam etmiş.
       
       Y.A.: Şöyle bir karamsarlığa düştüğümü söylemeliyim. Kitapta çok güzel saptamalar görüyoruz. Bu tür yapıtların sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor.
       D.C.: Fakat bu aydınlanmanın hoşluğu dışında, şöyle bir duygu oluşuyor: Sanki her şey bize dışarıdan dayatılıyor, biz edilgen bir durumdayız... Başka ülkelerin, başka ideolojilerin kurbanı durumunda gibiyiz. Bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı dışında, kendi dinamizmimizle kendimize yeni ufuklar belirleyecek gücümüz, potansiyelimiz yok mu? Hep böyle ‘yok Amerika dayatıyor, Avrupa istiyor’un dışına çıkamayacak mıyız?
“Mustafa Kemal döneminden başka 1919’dan 1935’e kadar olan sürecin dışında gerçekten bağımsız olduğumuz, yüzde 100 bağımsız olduğumuz bir dönem yaşayamamışız. Yaşatmıyorlar!”

       Mustafa Kemal de 1919 yılında bir siyasi parti kurup halka seçimle sorsaydı, ‘Türkiye’yi kurtarmak istiyorum, oy verin bana’ deseydi oy alabilir miydi? Mümkün değil. Yani şunu söylemek istiyorum: Devlet kurmak için dilekçe vermek gerekse, yani devlet kurmak dernek kurmak gibi olsa hiçbir devlet kurulamaz. Çünkü hiçbir devlet kendisine alternatif bir devlet kurulmasına izin vermez. Kurarsın devleti, güçlüysen kamuoyu seni devlet olarak kabul eder. Mustafa Kemal de öyle. Yani halkla beraber kuruyormuş gibi kurmuş. Demokratik bir biçim. Tekrar ediyorum, Mustafa Kemal döneminden başka 1919’dan 1935’e kadar olan sürecin dışında gerçekten bağımsız olduğumuz, yüzde 100 bağımsız olduğumuz bir dönem yaşayamamışız. Yaşatmıyorlar!
       Geçenlerde karıma da söylüyordum... Mustafa Kemal’in yahut bizim en büyük şanslarımızdan bir tanesi Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusunun kaçmasıdır. Yunan ordusu kaçmasa, direnseydi, öldürecektik onları. Şimdi diyelim biz bu savaşta 30-40 bin Yunan askeri öldürmüş olsaydık... Gelmiş bizim topraklarımızı işgal etmiş, bize karşı direniyor, biz de temizlemek zorundayız tabii, öldürecektik. Yapacağımız başka bir şey mi vardı? 25-30 bin Rum’u öldürseydik Ege Bölgesi’ndeki Rumlar da, bu askerler de kaçamayacağı için sivil halk tarafından öldürülecekti. Onlar da tabii savaştan çıkıyorlar, birbirlerine saldırmışlar. Yani kanlı bıçaklı olmuş iki halk, bu halk birbirinden intikam alacaktır, yani bu topraklarda. Türkler de dönüp gelip Rumları öldürecekti. Yani 20 bin Rum da öyle ölecekti. Şayet Yunan ordusu kaçmasa, biz Ege’de 50 bin Rum’u öldürmüş olacaktık. Şimdi dünyada Rum soykırımı ile suçlanacaktık.
“Orhan Pamuk yine söyleyecekti, Rumları da kestik diyecekti. Neye dayanarak söylüyor, gerçekten neye dayanarak söylüyor? Nasıl bir aydın olur böyle?... Ha olur, postmodern aydın olur.”

       
       Y.A.: Henüz diğer soykırım iddialarının altından kalkabilmiş değiliz .
       
D.C.:
Orhan Pamuk yine söyleyecekti, Rumları da kestik diyecekti. Neye dayanarak söylüyor, gerçekten neye dayanarak söylüyor? Nasıl bir aydın olur böyle?... Ha olur, postmodern aydın olur. Ben onu romancıdan saymıyorum ya, aydından da saymıyorum! Postmodern aydın olmaz. Aydın mutlaka solcu olur, mutlaka ulusalcı olur, mutlaka bağımsızlıkçı olur, başka türlü aydın olunmaz.
       
       Y.A.: Buradan, Soğuk Savaş Dönemi ve bize olan etkilerine gelebilir miyiz?
       
D.C.:
1946’dan itibaren Soğuk Savaş’la birlikte verilen karar şu: Sovyetler’e karşı Müslümanlık silah olarak kullanılacak. Nasıl kullanılacak? Anadolu’da Müslümanlık kullanılacak. Ama Anadolu Müslümanlığı, Suudi Müslümanlığı’ndan farklı, daha hoşgörülü daha başka ilişkiler içerisinde. Katiyen bağnaz değil, öyleyse yapılacak ilk işlerden bir tanesi Anadolu Hanefiliği’ni Bağdat ve Suudi Arabistan Hanefiliği’ne çevirmek. Suudi Arabistan’da 17.-18.yy’dan sonra kurulan tarikatların bağnazlığında bir Hanefilik haline çevirmek.
       1935’te Türkiye’de inanılmaz bir asimilasyon yapılmıştır. Soyadı Yasası çıkarılmıştır. Soyadı Yasası’yla herkes soyadı almak zorunda kalmış. 1935’in Şubat ayında mıdır nedir soyadı alma süresi bitmiş, herkesin nüfus kağıdı değiştirilmiş, yeni nüfus kağıtları çıkarılırken de herkese Hanefi yazılmıştır. Dini İslam, Mezhebi Hanefi yazılmıştır. Sorulmamıştır bile sen Hanbeli misin, Şafi misin, Maliki misin, Şii misin diye.
       
       Y.A.: Bu bilinçli olarak mı yapılmış?
“Üniversitelerde Hanefi olmayanların ilahiyat fakültelerinde doçent, profesör olması mümkün değil.”

       D.C.: Tabii, tabii asimilasyon. Soykırım dedikleri bu. Niye Orhan Pamuk’lar bunlarla ilgilenmiyor. Asıl büyük dinsel asimilasyon, dinsel soykırım bu işte. Sen benim mezhebimi falan kaldırıp atıyorsun. Çocukluğumda hatırlıyorum. Babama sorardık nedir Hanefilik diye. Valla bilmiyorum oğlum derdi. Kimse bilmez. Artık Türkiye’de kimse ben Maliki’yim, kimse ben Şafi’yim demiyor ki. Kimse böyle bir şeyi tartışmıyor ki.
       O da zaten biz Müslümanlar diyor, Hanefilik diyor, Müslüman diyor ama Hanefilik türbanını getiriyor, Hanefi yorumunu getiriyor. Üniversitelerde Hanefi olmayanların ilahiyat fakültelerinde doçent, profesör olması mümkün değil. Hatta bütün üniversitelerde. Hıristiyanları zaten sokmazlar ya. Göstermelik bir iki tane Ermeni var. Böyle bir ortamda bunun hesabını sormuyor bizim aydınımız.
       
       Y.A.: Sormuyor mu, soramıyor mu?
“Ermeni kestik diyebiliyorlar rahat rahat. Niye Ermeni kestik, gerçekten nasıl söyleyebilirsin, benim aklım almıyor. Ha ne oldu? O da Türk’ü öldürdü, Türk de onu öldürdü. Yani bundan dolayı soykırım, hele hele Kürt kesmişiz, utanır insan bunu söylemeye gerçekten utanır. Yani kesiştik dese anlarım. Kesişmek var ama soykırım yok.”

       D.C.: Sormuyor, niye soramasın. Ama Ermeni öldürdük deyiveriyorlar.
       20 - 30 yıldır söylüyorlar. Diyelim ki Taner Akçam söylüyor, Halil Berktay söylüyor. Ermeni kestik diyebiliyorlar rahat rahat. Niye Ermeni kestik, gerçekten nasıl söyleyebilirsin, benim aklım almıyor. Tekrar edeyim, Yunanlılar kaçmasa önümüzden, o zaman da 1. Dünya Savaşı’nda savaş koşulları kim kime hakim olabilir? Ha ne oldu? O da Türk’ü öldürdü, Türk de onu öldürdü. Yani bundan dolayı soykırım, hele hele Kürt kesmişiz, utanır insan bunu söylemeye gerçekten utanır. Yani kesiştik dese anlarım. Kesişmek var ama soykırım yok.
       Türkiye üzerinde öyle büyük oyunlar oynanıyor ki 1935’lerden bu yana. Oynanan oyunların bir parçası da, çok önemli bir parçası da edebiyat ve eğitim. Edebiyatı neden bu kadar ön plana çıkartmaya çalışıyorum. İyi eğitim görmemiş toplumlar düşünceyi edebiyatla öğretmişlerdir. Bizim en büyük felsefecimiz hâlâ Nasreddin Hoca’dır. Biz hâlâ ağzımızı açtığımız zaman Kant’tan, Descartes’tan söz etmeyiz, Nasreddin Hoca’dan örnek getirerek açıklarız düşüncemizi.
       
       Y.A.: İç dinamikler var, bir de dış dinamikler. Sovyet tehdidi kalktıktan sonra, ABD’nin imparatorluk düşünün yeniden canlanması vs.. Yine postmodernizm akımı çerçevesinde bütün bunları açabilir misiniz? ABD ile AB arasına sıkışmış durumda mıyız? Konumumuzu nasıl belirleyebiliriz?
       D.C.: Bütün tarih boyunca da böyle olmuştur biliyor musunuz? Hep öcü gösterilmiş bir şeyler. Bir ara Ruslar öcü gösterilmiş. “Ruslar Ardahan’ı istiyor, yok Kars’ı istiyor” falan filan diye. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde de zaten tuzaklar hep öyle kurulmuş. İngilizler, Almanlar, Fransızlar anlaşırlar birisi öcü olur, ötekiler Osmanlı’yı öcüden kurtarmaya gelirmiş, yağmalamak için. Yani toplumlar birbirine hep öcü gösterilmiş. Bu öcüye karşı da öteki kurtarıcı olarak gelmiş. Bugün hâlâ oynanıyor.
       
       Y.A.: Bunların olmadığını varsaydığımızda..
“Şimdi soruyorum, gerçekten AB bize ne sağlayacak? Hiçbir şey sağlaması mümkün değil. AB’nin kendisine bir şey sağlayacak hâli yok. Yani AB’nin 20 yıllık ömrü var mı? Bu tartışılır, ciddi ciddi tartışılır.”

       D.C.: Ben bunların olduğuna inanmıyorum ki zaten. Durup dururken bize bir Avrupa Birliği getirdiler. 24 saat Avrupa Birliği konuşuyoruz, yatıyoruz kalkıyoruz Avrupa Birliği. “AB bizi hoşgörsün, AB bizi beğensin, yasalarımızı onlara göre değiştireceğiz diyoruz”. Şimdi soruyorum, gerçekten AB bize ne sağlayacak?
       Hiçbir şey sağlaması mümkün değil. AB’nin kendisine bir şey sağlayacak hâli yok. Yani AB’nin 20 yıllık ömrü var mı? Bu tartışılır, ciddi ciddi tartışılır.
       Şu yakın tarihi irdeleyip baksak, AB’nin kuruluşunun bir tek nedeni var. 1946’da Sovyetler Birliği’ne karşı bayrak açan Amerika dünyayı bölüşmeye karar vermiş. Sovyetler’in elinden dünyayı alacak. Nedir o? ‘Demokratik dünya’ diye bir isimle, sıfatla ve bütün o ülkelere demokrasiyi getiriyorum diye -Irak’a, Afganistan’a getirdiği gibi- bize de demokrasiyi getirmiş 1946 yılında zorla.
“Kurulan partilerden iki tanesi ‘sosyalist’ parti. Esat Adil’in partisi, Şefik Hüsnü’nün partisi. Seçimden kısa bir süre önce İsmet Paşa ne bir mahkeme var, ne hakkında açılmış bir soruşturma var, hiçbir şey yokken iki partiyi de kapatmış.”

       Şimdi o tarihte Kars’ta son derece tipik bir olay var. Türkiye Amerika’nın zorlamasıyla -Amerika büyükelçisi bizim dışişlerine ‘siz artık demokrasiye geçmezseniz, sizi hiç hesaba katmıyoruz; demokrasiye geçin!’ diyor- 1946 yılında çok partili yaşama geçiyor.
       O “parti kurun” lafıyla hemen Türkiye ‘de 1945 yılında İsmet Paşa 19 Mayıs törenlerinde ‘Seçime gideceğiz, parti kurulabilir’ demiş. Hemen 6 ay içerisinde Türkiye’de partiler kurulmuş. Kurulan partilerden iki tanesi ‘sosyalist’ parti. Esat Adil’in partisi, Şefik Hüsnü’nün partisi. Seçimden kısa bir süre önce İsmet Paşa ne bir mahkeme var, ne hakkında açılmış bir soruşturma var, hiçbir şey yokken iki partiyi de kapatmış. Niye kapatmış? Amerikalılar kulağını bükmüş, bunları kapat, Marksist parti diye. Hemen kapatmış. Marshall yardımından para göndermiş. Bizim gibi az gelişmiş bir ülkeye ‘sana bir kaç yüz dolar göndereceğim’ dediğin zaman, bu tür partileri kapatmak mümkün.
       Ama 1946 seçimlerinde savaş sonrasında Fransız Komünist Partisi’nin aldığı oy oranı yüzde 28,6. En büyük parti, koalisyonda komünist bakanlar var ve ilk yapılacak seçimlerde tek başına iktidara gelebilir. Yine İtalyan Komünist Partisi ilk seçimlerde yüzde 10 küsur oy almış hemen bir yıl sonra yapılan seçimde oy patlaması yapmış sosyalist partiyle iş birliği yaparak. Çekoslovakya’da komünist parti birden yüzde 30 küsur oy almış başbakan çıkarmış koalisyonda. Şimdi Çekoslovakya’da, İtalya’da kominist partiler var ve iktidara gelme tehlikesi var. Ben komünizme karşı yırtınıyorum, para veriyorum, yalvar yakar oluyorum, NATO kuruyorum ama gözümün önünde, benim müttefikim diyeceğim İtalya’da, Fransa’da, Çekoslovakya’da komünistler iktidara gelecek. Türkiye’de sosyalist partileri kapattırıyorum. Suriye, İran’ı hallediyorum. Ama büyük ülkelere ‘Kapat şu komünist partiyi’ diyemiyor hiç kimse hiçbir zaman. Bir Fransa, İtalya veya Çekoslovakya’ya. Ne yaparım, Avrupa Birliği’ni kurarım, kendi içinde kontrol ettiririm diyor. 1951 yılında Fransa Başbakanı, dışişleri bakanı demeç veriyor, ‘Avrupa Birliği kurulmalıdır’ diye.
       1955 yılında da Avrupa Birliği kuruluyor. Ve kurulduğu andan itibaren de Fransız Komünist Partisi de oy kaybetmeye başlıyor. 60’lı yıllarda da Tobiatti’yi öldürüyorlar faili meçhul bir cinayetle. İtalya Komünist Partisi oy kaybetmeye başlıyor. Çekoslovaklar zaten Sovyetler’le anlaşmışlar. Avrupa’da komünist partileri frenlemenin yolu olarak Avrupa Birliği kuruluyor Amerikan yardımıyla. Ama aynı olaya Türkiye’de gerek görülmemiş.
       Türkiye’yle 1946’lardan itibaren çok rahat bir biçimde oynanmış. Güya bize demokrasiyi getiriyoruz diye Demokrat Parti’yi iktidara getirmişler 1950’de. Demokrat Parti’nin yapmadığı kötülük kalmamış. Basın Kanunu’nu rezil etmiş, Türkiye’yi Abdülhamit döneminden daha rezil bir döneme sokmuş. Bütün dengeleri sarsmış. O güne kadar yapılmış bütün yatırımları yok etmiş. Ne yapmış Amerikalılar’ın hoşuna gidecek şekilde? Kara yolu yapmış, Amerikalılar’dan kamyon almış, otobüs almış. Amerika’yı tam egemen kılmış.
       
       Y.A.: Toplumcu-gerçekçi edebiyatı yeniden canlandırmak için neler yapılmalı?
       
D.C.:
Edebiyatın temel ögesi ana dil. İnsanlık tarihinde, bu daha önce hiç kimsenin söylemediği bir şey. İlk defa benim gündeme getirdiğim bir şey. İnsanlık tarihinde toplumların yaşamına üç dil egemen olmuş. 1. dil halkların konuştuğu ana diller, 2. dil devletlerin resmi dilleri, 3. dil ise din dilleri.
       Bu dillerin içinde asıl egemen olan da din dili olmuş. Devletler din dillerini resmi dili haline getirerek, din diliyle resmi dili birleştirerek, toplumlar üzerinde egemenlik kurmuşlar. Örneğin Roma İmparatorluğu.
       Örneğin şöyle bir şey de var: İmparatorluklar da, imparatorluğu kuran kişilerin de zekaları çok ustaca. Şimdi Roma İmparatorluğu’nun resmi dili Latince. Latince’yi konuşan halk var mıdır? Yok, hiç yok. Latince Roma şehrinin çevresinde yaşayan çok küçük Lakyum dedikleri bir grubun konuştuğu dil. Küçük bir azınlık. Roma İmparatorluğu’nu kuranlar da Lakyumlar. İmparatorluk egemenliği altındaki büyük halklardan birinin dilini alsa, öteki büyük halkları rahatsız edeceği için ustalıklı bir tarzda hiç birini resmi dil yapmamış. O dil Roma İmparatorluğu tarafından güçlendirildiğinden öteki dilleri de etkilemiş. Fransızca, İspanyolca, İtalyancayı da etkilemiş.
       Aynı olay Osmanlı İmparatorluğu’nda da var. Osmanlı İmparatorluğu Türkler’in konuştuğu Oğuzca’yı bugün Türkçe dediğimiz dili devletin resmi dili haline getirse, Anadolu’daki Ermenileri, Rumları ürkütecek. Buna karşılık Arapça’yı alsa, yine öteki halkları taciz edecek ve iktidarını tamamen camiye kaptıracak. İktidar kavgası da var. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu da çok akıllıca davranıp Osmanlıca diye bir dil uydurmuş resmi dil olarak. Devletin dili Osmanlıca olduğu için iktidarını Osmanlıca’yla korumuş. Dil toplumların yaşamında inanılmaz önemli bir özellik kazanmaya başlamış. Roma İmparatorluğu da 4. yy’a kadar Hristiyanlara kan kusturmuş, asmış kesmiş. Bakmış ki bütün bunlara rağmen Hristiyanlık genişliyor, yarın Roma İmparatorluğu’nun alternatifi, karşı devrimi olabilir. O zaman ne yapmalı? Karşı devrimimi alıp, benim kılmalıyım diye başlamış. Hemen Hristiyanlığı devletin dini haline getirmiş. Getirir getirmez de o tarihe kadar bütün Hristiyan kiliselerinde ibadet eski Yunanca ile yapılırken, İncil eski Yunanca’yken, derhal dinin dilini değiştirmiş, Latince’yi Hristiyanlığın dili haline getirmiş, İncil’i Latince’ye çevirtmiş. Ve böylece fethettiği her ülkeye hem resmi dil olarak hem din dili olarak Latince’yi zorla benimsetmiş. Bakıyorsun, 16.yy’a gelinceye kadar Fransa’da resmi dil İngilizce, ama ana dil Fransızca yok, eğitim dili İngilizce. İngiltere’de her şey Latince, İngilizce yok. Ana dilleri yok etmiş.
       Osmanlı İmparatorluğu’nda da Türkçe ile eğitim yok. Zaten eğitim yok. Fransız İhtilali’ne gelinceye kadar, eğitim hep dinsel kurumların elinde, orada nasıl kilisenin elindeyse burada da caminin elinde. Cami eğitimini Arapça yapıyor, Türkçe eğitim yok. Öteki azınlıklar, Ermeniler, Rumlar kendi kiliselerinde eğitim yapıyorlar. Devletin kültür dili Osmanlıca.
       Din diline karşı ilk kez Dante bayrak açmış. Bu da şunu gösteriyor: Bize Rönesansı okullarda öğretiyorlar. Ama ‘Nedir Rönesans’ diye sorsak, dört tane ressam adıyla, belki bir iki tane mimar adından başka bir şey hatırlamayız. Bunlarla Rönesans olur mu, dört tane ressam yetiştirdi diye. Hayır, Dante’yle başlıyor. Nedir o? Din diline karşı anadil kavgası. İşte Rönasans o. O yüzden yeniden edebiyatımı istiyorum. Rönesans, edebiyatla başlamıştır. İlahi Komedya’nın dili Latince değil, Toscana İtalyancası’dır ilk kez.
       Bir ikincisi Galileo ‘Dünya dönüyor’ dediğinde, kilisenin “Dünya dönüyor deme, seni cezalandırırım dediğini anlatmışlardır. Hayır, kilise Galileo’ya demiş ki, “Dünya dönüyor de ama Latince söyle.” O, “Hayır, İtalyanca söyleyeceğim” demiş. Galileo ‘dünya dönüyor’u İtalyanca söylediği için cezalandırılmış.
       O kavga Rönesans’ın bütün aydınlarının din diline karşı ana dil kavgasıyla başlamış. Ve 5-6 yüzyıl süren bu kavga Fransız İhtilali’yle sonuçlandığında artık din dillerine karşı ana dilin egemenliği kurulmuş, ulus devlette ilk kez bu üç dil birleştirilmiş. Din dili, devletin dili, ana dil birleştirilmiş; ana dil olmuş. Ana dil devletin ana dili haline getirilmiş. Çok önemli bir kavram bu. İlk kez Fransız İhtilali’yle bir ana dil devletin ana dili yapılmış .
       Mustafa Kemal’in de o nedenledir ki ilk yaptığı işlerden biri daha 1923 yılında Cumhuriyeti kurar kurmaz hemen TDK’yı oluşturması oluyor. Bir tek derdi var, üç dili tek dil yapmak. Hemen Kur’an Türkçe’ye çevrilsin istiyor. Hemen ezan Türkçeleştiriliyor, ibadet Türkçe yapılmalıdır. Din dili, devlet dili, ana dil Türkçe olmalıdır. Hemen Türkçe devletin ana dili haline getirilmelidir diyor. 1928’lerde başlayan bu olay 1930’ların sonlarına geldiğinde gerçekten Türk edebiyatında büyük bir sıçrama yapıyor. Nazımlar, Orhan Veliler, Melih Cevdetler ...
       Büyük bir patlama oluyor. Ama öyle bir bıçakla kesilmiş gibi kesiliyor ki..
       1950’de DP’nin gelir gelmez ilk yaptığı iş ezanı Arapçalaştırmak oluyor. Çok planlı bunlar, bilinçli bunlar tabii Menderes’in kafasından çıkacak şeyler değil, yukarıdan gelen, dışarıdan gelen. Başka türlü olmaz bu. Bakıyorsun dünya tarihine yerleştirdiğin zaman olayı görüyorsun. Bu nedenle bence en önemli öge dil.
       Yani ana dille düşünmezsen, bu elma niye yere düşüyor diye, yer çekimi kanununu bulamazsın. Başka dilde düşünerek bulamazsın. Ana dilde düşünürsen bulursun.
       Yahya Kemal’in bir sözü var: Biz 500 yıl Türkçe’yi konuşa konuşa bugüne getirmişiz diyor. Kurulan her devlet resmi dil olarak önce Farsça’yı almış, sonra Arapça’yı almış, yani değişik diller almış. Türkçe hiçbir zaman devletin dili haline gelmediği için Tükçe eğitim ve kültür dili haline de gelememiş. Yazılı edebiyatı yok, sözlü edebiyatı var. Yani Yunuslar munuslar hep sözlü, yazılı hiçbir şeyimiz yok. Yazılı bir tek şairimiz var, Mevlana o da Farsça yazmış. Yani yazılı edebiyatımız yok.
       İlk kez Mustafa Kemal buna sahip çıkıp geliştiriyor. Buna tepki olarak da derhal 1950’de şiddetle karşı çıkarak, önce edebiyatımızı elimizden alıyorlar. Hangi edebiyatımız, işte oraya geliyorum. Bence Doğu toplumlarında düşünceyi üreten edebiyatçılar olduğu için toplumsal yapımızı incelerken de başvuracağımız tek kaynak yine edebiyat oluyor.
       İslamiyet’le Hristiyanlık arasındaki temel farklardan bir tanesi; Hristiyanlık gayrimenkul mülkiyetini kutsallaştırmıştır. Yani Ortaçağ’da Roma İmparatorluğu’nun kontrolünde giderek Hristiyanlık büyük toprak mülkiyetini, feodaliteyi kutsallaştırmıştır. “Mülkiyet hakkı kutsaldır” lafı, Hristiyanlar’ın lafıdır, Müslümanlar’ın lafı değildir.
       ‘Mülkiyet hakkı kutsaldır’ lafı da küçük topraklar için değil, büyük topraklar için söylenmiştir. Çünkü Hristiyanlık’ta gayrimenkul mülkiyeti kavramı var, feodalite başladığı için. Ama Müslümanlık’ta gayrimenkul mülkiyeti kavramı yoktur. Kur’an’da tarımla ilgili hiçbir ayet bulamazsın. Çünkü tarım yok, köylü yok, çölde kurulmuş bir din, çöl koşullarına göre biçimlenmiş her şey.
       İki tane tipik ülke var: Biri 7. yy’da Emeviler döneminde işgal edilmiş, Müslümanlar’ın işgal ettiği İspanya, ikincisi 12-13. yy’dan itibaren Türkler’in işgal ettiği Anadolu. İslamiyet’in temel ilkelerinden biri fethettiği yerlerde hemen bütün gayrimenkul mülkiyetini sıfıra indirip onun yerine İslamiyet’in ikta sistemini egemen kılmak. Biz de tarihte hep okuruz. Orhan Beyler, Murat Beyler durmadan tekfurlarla savaşıp, tekfurları yok ederler. Tekfurlar Rumca feodalite demek, derebeylik demek. Yani Anadolu’da derebeylik vardır, İslamiyet gelir gelmez hemen tekfurluğu yok eder, onların mülkiyetlerine el koyar, ikta sistemiyle onu memuruna personeline ücret olarak dağıtır. İspanya’ya da aynı şeyi yapmıştır. Dolayısıyla bu feodal gelişmeyi, kapitalist gelişmeyi engelleyen bir şeydir. İslamiyet kapitalistleşmeyi engellemiştir. İspanya bugün Avrupa’dan farklıdır. Niye? Çünkü Avrupa’da 7. yy’dan itibaren Ortaçağ’ı yaşamıştır Fransa, İngiltere vb... Ama İspanya 7. yy’dan 14. yy’a kadar Ortaçağ’ı yaşayamamıştır, İslamiyet el koyduğu için feodal sistemi yok ettiğinden. 14. yy’dan sonra yeniden feodalite, toprak mülkiyeti ile sermaye birikimi yapmaya çalışmıştır İspanya.
       Ben de dedim acaba edebiyatçılarımız nasıl gördüler, bu mülkiyet meselesine nasıl baktılar diye araştırdım... O yıllarda tabii bizim en çok kullandığımız kavramlardan bir tanesi de ‘sosyalist realist edebiyat akımı’, yani ‘toplumcu gerçekçi edebiyat akımı’. Şimdi toplumcu gerçekçi ne demektir? Türkiye’de bununla ilgili doğru dürüst bir yayın bulamazsın.
       1950’den sonra edebiyatın nasıl elimizden gittiğini tartışırken karşımıza çıkan bir önemli olgu da Köy Enstitüleri ve köy edebiyatı. Dolayısıyla sosyalist realist, toplumcu gerçekçi edebiyat akımı karşımıza önemli bir olgu olarak çıkıyor ve 1950’den sonra edebiyatımızın elimizden nasıl alındığını kavrayabilmemiz için bu iki olguyu da irdelememiz lazım diye düşünüyorum.
       Sosyalist realist edebiyat nedir? Marks 1863’te Engels’e yazdığı mektupta ‘Doğu’nun tılsımı galiba özel mülkiyetin olmamasıdır, toprakta özel mülkiyetin olmamasıdır’ diyor. Bu ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’ diye bir kavram getiriyor. Ama öldükten sonra da Engels bunun lafını hiç etmiyor, tartışılmıyor. Marks bir iki yazısında daha bahsediyor bunlardan bir daha da Engels, Marks’ın ölümünden sonra ilgilenmediği için gündeme getirilmiyor.
       Tekrar 1926-27’lerde Stalin iktidara egemen olduğunda birden ATÜT meselesini yine gündeme getiriyor. 1930’lara yaklaşırken Ruslar farkına varmışlar ki, artık Avrupa’da sosyalist devrim gerçekleşmeyecek. Almanya’da Hitler güçleniyor. Bütün umutlarını Avrupa’dan yapılacak devrime bağlamış Lenin. Yani ben bu devrimi başlatırım, bu devrim Avrupa’ya da sıçrar, sosyalist dünyayı Avrupa’yla Almanya’yla beraber kurarız. Ama bakmışlar ki Avrupa’dan umut yok, Stalin Avrupa’dan umudu kesince o zaman Doğu’ya devrim ihraç etmeye karar vermiş. Ne olabilir? Çin olabilir. Ben Doğu’ya devrim ihraç edersem, Çin’de devrim gerçekleştirirsem Batı’ya karşı Çin’i de arkama alarak başka bir güç kazanırım diyor. Bunun için ATÜT tartışmasını yeniden başlatıyor. 1926’lardan 1931’lere kadar galiba birkaç yıl Rusya’da da bir tartışma açılıyor ama Stalin farkına varıyor, tartışmayı kesip atıyor. 1956 yılına kadar Sovyetler Birliği’nde çıkmış Marksist antolojide ATÜT sözcüğü yok. Kullandırtmıyorlar bir daha, unutuluyor.
       1956 yılında Marks’ın bir kitabı yeniden çevrilirken Batı’da, Fransa’da yeniden gündeme geldiğinde ATÜT tartışması açılıyor. ATÜT üzerine kitap yazılıyor, İngilizce’ye çevriliyor. İngiltere’de bu tartışma alevleniyor. Rusya’da Kruşçev döneminde yeniden gündeme getiriliyor ATÜT. Türkiye’de yazılıyor 61-62’lerde Selahattin Hilav’larla. Sencer Divitçioğlu bir kitap yazıyor. Türkiye’de de dünyayla aynı anda tartışılmış bir konu oluyor.
       Stalin 1931-32’de ATÜT tartışmasını kapattıktan sonra bir karar veriyor. Sovyetler’in ileri gelen yazar ve şairlerinin 40-50 tanesini Orta Asya’da görevlendiriyor. Ünlü yazarlar Orta Asya’ya, Türkmenistan’a, Kazakistan’a görevli gidiyorlar. Orada kimi üç ay, kimi üç yıl, kimi daha fazla kalıyor. Bir emirle onlar oradan şiirler, hikayeler, romanlar yazıp gönderiyorlar Moskova’daki gazetelere ve dergilere. Devrimin oradaki toplulukları nasıl sosyalist yaptığını anlatıyorlar. Ve 1932 yılında Stalin bir gün Gorki’yi çağırıyor ve diyor ki Gorki’ye, “Biz parti olarak bu kararı almak istemiyoruz. Bundan böyle bizim edebiyatçılarımız sadece sanayi devriminin malı bir devrim olmadığını, bu devrimin tarım toplumlarında da gerçekleştirilebileceğini savunacak eserler verecekler. Sen arkadaşlarını toplayacaksın, yazarlar toplanıp karar vereceksiniz. Ben sizi destekleyeceğim. Sovyetler’deki bütün yazar örgütlerini kapatacağız, Sovyet Yazarlar Birliği’ni kuracağız. Sen Sovyet Yazarlar Birliği kuruluş toplantısını hazırlayacaksın. Devlet olarak bunu finanse edeceğiz. Toplantıda hem SYB’nin kuruluş kararını alacaksınız, hem de sosyalist realizmi, sosyalist dünyanın yazarlarının tek ilkesi haline getireceksiniz. Yani devrimin sanayi toplumlarında değil, tarım toplumlarında da gerçekleştirilebilirliğini anlatacaksınız. Gerçekten de Gorki evinde bir toplantı yapıyor 1932-33’te. Bu toplantıda sözü edilen kararlar alınıyor. 1934’te on beş gün süren, görkemli bir tören düzenleniyor. Bu törene dünyanın dört bir köşesinden yazarlar çağrılıyor. Türkiye’den de Yakup Kadri’yle, Falih Rıfkı Atay gönderiliyor. Marksist partili, komünist üyesi veya sempatizan yazarlar çağrılıyor. Bu törenlerde Yakup Kadri de bir konuşma yapıyor. Sosyalist realizm, toplumcu gerçekçilik bir ilke olarak benimseniyor Sovyet yazarları tarafından. Bütün dünya radyoları, gazeteleri bu olayları veriyor. Bunları Türkiye’de günü gününe izleyebilen tek kişi Nazım. Rusça biliyor. O yıllarda da hapiste, hapiste mapiste dinliyor bir şeyler.
       Nazım Hikmet Şeyh Bedrettin Destanı’nı yazıyor. İlk kez sosyalist realist, toplumcu gerçekçi akımı savunan şiir. Yani 15. yy’da Anadolu’da toprak için köylü ayaklanması olduğunu yazıyor. Ama mülkiyet hakkı yok. Olmayan mülkiyet hakkı için köylü ayaklanması nedir? Şiirde ne diyor:
       
       “yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber diyebilmek için biraz da biz sürelim şu ağanın beyin toprağını, tımarın zeametin hasın...”
       
       Osmanlı İmparatorluğu’nda has, zeamet, tımar, toprak sürmek yok. Böyle bir şey söz konusu değilken Nazım Hikmet bunu yazıyor. Nazım bunu yazdığı için de Nazım’ın arkadaşları Kemal Tahir de işte “Göl İnsanları” hikayelerini anlatmaya başlıyor bu hızla. Bu Köy Enstitülü yazarlara da yansıyor. Köy Enstitülü yazarlar birdenbire başlıyorlar ‘köy gerçekçiliği’ diye yeni bir roman türü yazmaya. O roman türlerine bakıyorsun, şema “köyde de devrim olsun” şeması. Nedir o? Köyde bir toprak ağası var. Zavallı Fakir Baykurt’un, zavallı Talip Apaydın’ın, zavallı Dursun Akçam’ın, zavallı Mehmet Başaran’ın köylerine bakıyorsun, bunlar göçmen köyleri, fakir köyler. Kenar, kıyı. Köyünde 40 keçisi olan büyük ağa. 40 keçi nedir? Göçebelik ilişkisidir. ’40 keçili köy ağası’ diyor zaten Fakir anlatırken.
       Ağanın zenginliği de hayvanıyla ölçülüyor ama buna dikkat etmiyoruz biz. Ona ağa diyoruz. Bu feodal ağa, toprak mülkiyetine dayalı bir ağa değil, hayvancılığa dayalı bir ağa. Bu göçebe. Çünkü şunu söyleyeyim, Osmanlı İmparatorluğu’nda mülkiyet hakkı olmadığı için toprak ağalığı diye bi müessese kurulmamış.
       
       Y.A.: Toplumcu ama gerçekçi değil o zaman...
       
D.C.:
Köylerine gidemediler onlar sonra, Dursunlar mursunlar hiçbirisi gidemedi. Ne Fakir, ne Dursun, ne Talip hiçbirisi köylerine dönemedi. Dedim ki: ‘Köyünüze gidemediniz, niye gidemediğinizi tartışıyor musunuz?’ Çünkü köyüne gittiği zaman dövüyor herif, yahu sen o adamı abartmışsın, köy ağası diye göstermişsin, ne köy ağası, senin babanın 40 keçisi vardı, benim de 40 keçim var, babandan ne farkım var? Beni niye öyle kötü gösterdin diyor? Çünkü anlatıyorlar gidip. Çarpıtılıyor, köy gerçeği çarpıtılıyor. Orada devrim yapılacak köyde. Yahu hangi devrim, yok ki böyle bir şey. Yanlış çıkıştan doğan yanlış edebiyat, tabii özellikle belirli bir kesimin elinde koz haline geldi. Ve köy edebiyatına karşı saldırarak, gerçekçi edebiyatı yok ettiler. Elimizden aldılar.
       İşte gerçekçi edebiyatla, sosyalist gerçekçi edebiyat yaftasının çakışması gerçekçi edebiyatın 1950’lerden sonra elimizden kolayca çıkmasının temel nedenlerinden bir tanesi oldu. Amerika’yla beraber çok ustalıkla yaptılar. Bizim hatalarımızdan, bizim bunları irdelemememizden, tartışmamamızdan. Yani arkadaş sen toprak kavgası romanı yazıyosun ama mülkiyet yok, Anadolu’da mülkiyet yok.
       1928 yılında Mustafa Kemal araştırma yaptırmış, araştırmanın sonunda ortaya çıkan bir gerçek var: 1927 sayımına göre Anadolu’da ekilebilir toprakların 6’da 5’i boş. O zaman demek ki, o topraklar üzerinde yaşayan insanlar köylü değil.
       
       Y.A.: Edebiyattaki bu yanılma konusunu biraz daha açar mısınız?
       
D.C.:
Yanlış yönlendirmeyle olmuş. Stalin’in orada yaptığı yönlendirme bizim de aydınlarımızın aptalcasına transfer etmesiyle, onu övmesiyle etmesiyle... El altından, doğru dürüst kitap da çevrilmiyor, ne olduğu da belli değil. Toplumcu gerçekçilik kavramı önce sosyalist realist olarak kullanılıyordu. Ancak sosyalist lafı sakıncalı olduğu için 1950’de DP döneminde, Türkçe’ye toplumcu gerçekçi diye çevrildi. Toplumcu gerçekçilik lafı daha ılımlı oldu, polis fazla üzerine gidemedi. O yanlış yönlendirme, o yanlış alkış diyelim, Talip Apaydın’ın, Mahmut Makal’ın, Dursun Akçam’ın yaptıklarına bizim solcularımızın o şemaya uyuyor diye yaptığı gereksiz alkış edebiyatı da yanılttı.
       Bütün bu yazılanlar içinde Anadolu gerçeğini en iyi yakalayan insan yine sezgi gücüyle Orhan Kemal’dir.
       Orhan Kemal’in; Hanım’ın Çiftliği, Kanlı Topraklar gibi romanlarında bütün bu gerçekler sezilmiştir, yakalanmıştır. Yani burada mülkiyet hakkı olmadığı, toprak üzerindeki kavganın başka bir kavga olduğu. Yani Anadolu toprağı üzerinde yaşanan kavga, mülkiyet kavgası değil, mülkiyetin yağması kavgasıdır.
       Nedir o, 1858 yılında Arazi Kanunu çıkmış. Çıkınca, Anadolu topraklarının, ekilebilir toprakların 6’da 5’inin mülkiyetini Rumlar ve Ermeniler almış. Ama 1915’te Ermenileri kovmuşuz, 1922’de Yunanlıları kovalamışız, 1924’te mübadeleyle takas etmişiz geri kalanları. Anadolu’daki toprakların 6’da 5’i boş kalmış. O 6’da 5’in mülkiyet kavgası başlamış.
       Yani mülkiyet yağması başlamış. O mülkiyeti nasıl yağmalayacağız? Orhan Kemal’in romanlarında çok güzel anlatılır. O mülkiyet kavgası siyasal iktidarı arkasına alan Halk Partisi’nin il, ilçe başkanları, yöneticileri tarafından yağmalanmıştır. Halk Partisi tarafından yağmalanmıştır. Toprak ağalığı müessesesini Halk Partisi kurmuştur.
       O yağma kavgasında Halk Partisi’nin milletvekilleri, yöneticileri, kodamanları var. Menderes de öyle. Menderes’in babası da eşkiya meşkiyadır. Büyük ataları Rum topraklarına, Ermeni topraklarına el koymuşlar. Sonra Cumhuriyet döneminde de tapuları üzerlerine alamışlardır. Bu yağma kavgasıdır. Ama bunu gören bir tek edebiyatçımız vardır sezgi gücüyle, Orhan Kemal. Ben işte o Orhan Kemal’in romanını savunuyorum yeniden.
       
       Y.A.: Postmodernist edebiyatın karşısına toplumcu-gerçekçi edebiyatımızı koyacağımızı düşünmüştüm. Ama onun da kendi içinde çelişkilerini ortaya koymuş olduk.
       D.C.: Bugün yapılması gereken yeniden toplumcu gerçekçi edebiyatın tartışmaya açılarak canlandırılması. Ama bize özgü, bize özgü toplumcu gerçekçi edebiyat, bizim koşullarımızın getirdiği .
       
       Y.A.: Bu olanaklı görülüyor mu?
       D.C.: Toplum mutlaka bunun sıkıntısını çekecek. Er geç bu toplum buna yeniden dönecek, prim verecek.
       
       Y.A.: Edebiyatçılar cephesinden, genç edebiyatçılardan, destek alabileceğinizi düşünüyor musunuz?
       
D.C.:
Bir şey beklemiyorum.
       
       Y.A.: Kitabı okuyanlardan size bir geri dönüş olması gerekir diye düşünüyorum.
       
D.C.:
Ben de öyle düşünüyorum.
       
       Y.A.: Şu ana kadar böyle bir dönüş var mı?
       D.C.: Geliyor, hafif hafif geliyor. İzmir’de Ünlem diye bir dergi , arkasından yine Agora Dergisi telefon etti bana, kitabı okuyorum dehşete kapıldım, buna sahip çıkıp, bunun kavgasını vermeliyiz diye. Oradan böyle bir işaret geldi. Yine Seyit Nezir, mutlaka yılın tartışma kitabı olacak bu kitap, Ahmet Yıldız’la konuşacağım Edebiyat ve Eleştiri’de de bunun kavgası verilmelidir, dedi. Edebiyat çevrelerinde zaten bir kıpırdanma var.
       
       Y.A.: Ben bir okur olarak heyecanlandığım için şuna da şaşırıyorum. İşi edebiyat olan kişilerden size çok daha büyük tepki gelmeliydi.
       
D.C.:
Okumuyorlar. Onların içinde yazı yazıp da kitaptan söz eden bir tek kişi Oktay Akbal oldu. Ötekiler kitabı okumadılar. İçindekilere bakıyorlar.
       
       Y.A.: En azından kendisine birtakım sözler söylenmiş kişiler var. Kuşaklara ilişkin kritikler var... Doğru ya da yanlış diye bir tekzibi ya da onayın, geri dönüşün olması gerekir.
       D.C.: Geri dönüşünün olması lazım. Burada mesela benim çok önem verdiğim bir yazım var; Şeyh Bedrettin niçin öldürüldü?
       
       Y.A.: O konu sanki biraz daha açılmalıydı gibi geldi bana...
       D.C.: O yazı Türk felsefecileri, edebiyatçıları tarafından uzun boylu tartışılması gereken bir konu. Şimdiye kadar Şeyh Bedrettin’e çok önem vermişler. Ama diyelim ki Nedim Gürsel Şeyh Bedrettin için kitaplar yazmış, yayınlamış. Şeyh Bedrettin’i toprak devrimcisi olarak rahat rahat gösterebilmiş. Hiçbir kanıt aramadan, etmeden böyle hiçbir sıkıntı duymadan. Ben şu nedenle de öldürülmüştür diye yepyeni bir şey getiriyorum.
       
       Y.A.: Aydınların toplumun tavanı olduğunu düşünürsek, tabanla tavan birbirine bu kadar yakın mı?
       D.C.: Çok yakın, çok yakın. Biraz çıkınca o aydın dediğin şeyi tepeden görüyorsun...
       Şunu tekrar ediyorum. O kadar postmoderni savunuyorlar, Orhan Pamuk bile postmodern üzerine 20 dakika konuşsun göreyim ya. “Biz 1 milyon Ermeni’yi kestik, 300 bin Kürt’ü kestik demek” marifet değil. Ha alkış alır, Yaşar Kemal de yaptı bunu. Yaşar Kemal de gitti Der Spiegel de mi ne, öyle yazılar yayınladı, Nobel alacağım diye.
       
       Y.A.: Nobel ödünleri olarak mı görüyorsunuz bunları?
       D.C.: Tabii. Tabii... Tabii... Nobel ödünleridir.
       
       Y.A.: Ödünsüz ödül olmuyor mu?
       D.C.: Katiyen, katiyen... Hiçbir ödül olmuyor hiç. Mutlaka birisinin çıkarına hizmet edeceksiniz.
       
       Y.A.: Orhan Pamuk Ödülü ile ilgili başınıza gelenler. Erdal Öz’ün bir yanıt vermemesi..
       D.C.: Nasıl verecek, hali yok ki. Orhan Pamuk’u almış. Şayet tabii Erdal o alçaklığı yapmasa bugün Orhan Pamuk diye bir yazar, başka biçimde, başka bir yazar olacak. Çünkü Cevdet Bey ve Oğulları daha ciddi bir romandı. Gerçi şimdi anasını babasını da harcıyor, onları da yok ediyor postmodernlik uğruna.
       Yalçın Küçük’ün ‘Şebeke’ diye bir kitabı var orada uzun uzun anlatılıyor. ‘Benim Adım Kırmızı’ 1500 küsurlarda geçiyor. 1490’larda İspanya’da müslümanlara kök söktürmeye başlamışlar. Hıristiyanlar yeniden el koyuyorlar İspanya’ya. Orada Hıristiyanlığı seçmiş Yahudilere kan kusturuyorlar...
       2. Bayazıd da Cem Sultan’dan dolayı hem Vatikan’la hem Fransa’yla kavgalı. 2. Bayazıd Cem Sultan’a karşı alternatif tutsak olarak Yahudileri düşünüyor. Hemen Cezayir, Tunus beylerbeyine emir veriyor, İspanya’dan kaçan bütün Yahudileri saklayın, ben Osmanlı’ya aldırtacağım diyor. Onlara gemiler gönderip aldırtıyor, onları İstanbul’a, Rusçuk’a, İzmir’e yerleştiriyor. Önemli yerlere etnik koz olarak. O sırada Cem ölüyor Allah’tan. Cem ölünce ... meselesi bitiyor. Ama buraya Yahudiler gelmiş oluyorlar. 20 küsur yıl vapurlarla Yahudi taşınıyor buraya. Buraya gelen Yahudi sayısı 500-600 bin arasında. Bunların da 20-30 bini İstanbul’a yerleştiriliyor. İstanbul’un nüfusu 200-300 bin. Yani yüzde 10’u Yahudi oluyor birden İstanbul’un. Cezayir’den, Tunus’tan İstanbul’a gelmek öyle bedava değil. Osmanlı gemi de gönderse, oradaki tayfaya yolunu buldurmazsan, kaptana maptana üç beş kuruş armağan marmağan vermezsen, seni getirmeleri mümkün değil, tabii devlet de emir verirse. Dolayısıyla İstanbul’a gelebilenlerin tamamı zengin, paraları var. Kılık kıyafetleri yerlerinde. İyi eğitim görmüşler, birkaç dil biliyorlar, saygıdeğer kişiler. İstanbul’un birden yüzde 10’u iyi eğitim görmüş, zengin , kılık kıyafeti yerinde insanlardan oluşmaya başlıyor 1530-40’larda. Bunların birçoğu da doktor olduğu için İstanbul’daki önemli doktorlar Yahudiler oluyor. Sarayda da görev almaya başlıyorlar, derhal. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda tıp eğitimi yok. Ya Orta Asya’dan gelmiş şifacılar var, şamanlar veya ulema var. Doktor yok. Bunlar birden sarayda söz sahibi oluyorlar. 1570’lerde 3. Murat’la ilk kez Osmanlı sarayına ulema giriyor. O tarihe kadar Osmanlı sarayında kültür her şey şairlerin elinde. Şairler yönetiyor, sarayda söz sahibi şairler, önemli görevlerde şairler... İlk kez 3. Murat döneminde şairler atılıyor. Onun yerine hocalar, ulema geliyor sarayda söz sahibi oluyor. 3. Selim döneminde bir ferman çıkarıyorlar. Bundan böyle İstanbul’daki Yahidiler kırmızı başlıkla gezecek diye.
       Benim adım kımızı, ben Yahudiyim diye. Orhan Pamuk bunun romanını yazıyor. O şifreyi tabii bütün Yahudiler aldıkları için hemen ertesi gün yayınlanır yayınlanmaz İsrail’de de çıkıyor, İngiltere’de, diğer yerlerde bütün Yahudi örgütleri çıkarıyorlar yaygaralar kopararak, Yahudi romanı diye. Bu işte postmodern roman oluyor, tarihi anlatan her şeyi mistikleştiren.


       
       Y.A.: Kitapta Yahudilere ilişkin bir şey yoktu.
       D.C.: Yok tabii. Ama şifreyi alıyor öteki. Siz almıyorsunuz o şifreyi, o alıyor. Yalçın da deşifre etmiş orada.
       
 
       
    TOP5 38. Rotterdam Film Festivali başladı  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları