|
17 Mart 2005 Yazar Demirtaş Ceyhun, postmodernizmin Amerikan İmparatorluğunun yeni ideolojisi olmasından, Soğuk Savaşın edebiyat ve toplum yaşamımıza etkileri üzerine duymaya ve okumaya alışık olmadığımız şeyleri söylüyor. |
Sadece Hitler yaratmamıştı Alman çılgınlığını! |
|||
|
Yasemin Arpa: Türkiyede sorunun kitap değil bir edebiyat sorunu olduğunu söylüyorsunuz. Demirtaş Ceyhun: Tabii Türk toplumunun az kitap okuduğunu yadsımak olanaksız. Kitap okumak başka bir iş. Türk toplumunun fazla kitap okuyabilmesi için önce alfabe, okuma yazma öğrenmesi, iyi bir eğitim görmesi gerekir. İstatistiklere baktığınızda Türk toplumunun yüzde sekseni okuryazar görünüyor. Ama yüzde seksenin yarısından fazlasına askerlikte eğitim veriliyor. Yani zorla, okuma yazma öğretiyormuş gibi yapıyorlar, askerliği bitirince unutuyor. Doğru dürüst kitap okumasını bilmeyen adamın kitap okumasını nasıl bekliyorsunuz ki? Kitap sorunu eğitim sorunu, bilgi sorunu, bir toplumsal yapı sorunu. Yani henüz daha çağın bilincine varamamış, üretim ilişkileri hâlâ göçebe toplumu olan bir toplum aşamasında. |
||||||||
Okuma yazma bilmeyenlere askerlikte eğitim veriliyor. Yani zorla, okuma yazma öğretiliyor; askerliği bitirince unutuyor.
|
Y.A.: Okulluluğumuz kişi başına 3,5 yıl... D.C.: Kitap ve edebiyatın altını çizerek ayırırken; Türkiyede edebiyat üzerine dergi çıkmaz, Cumhuriyet, Radikal kitap eki çıkarıyor.Yani sadece kitap okunsun diye. Aynı olayı gazetelerimizde, yazılı basında da görüyoruz. Gazetelerimiz özellikle 1950lerden itibaren, hatta 1948de Hürriyet Gazetesinin çıkışıyla başlayan süreçte -Yedi Günde başlatmış olmalı Sedat Simavi- biz 2.Dünya Savaşı sonrasında Batıdan gelen yönlendirmelerle kitap okumayı, gazete dergi okumayı artırmak için kullandığımız sözcük sayısını azaltmaya çalıştık.Yani bugün Türkiyede bir gazete, bir kitap, bir dergi ne kadar az sözcükle çıkıyor ise o kadar çok okunuyor. 300 sözcükle bir dergi çıkartıyorsanız, 300 bin satıyorsunuz. |
||||||||
Kitap okumayı, gazete dergi okumayı artırmak için kullandığımız sözcük sayısını azaltmaya çalıştık.Yani bugün Türkiyede bir gazete, bir kitap, bir dergi ne kadar az sözcükle çıkıyor ise o kadar çok okunuyor.
|
Y.A.: Bunun nedeni ne? D.C.: Toplumsal yapı. Bakıyorsunuz Türk halkının konuştuğu kelime sayısı 300. 200 - 300 kelimeyle konuşan bu halka 3000 kelimelik bir kitap verdiğiniz zaman okutamıyorsunuz. 3000 kelimeyle bunalıyor bilmediği için. Tabii ki eğitim meselesi. Medyanın bugün temel görevlerinden biri okul dışı eğitim. Bu 1923lerden sonra Mustafa Kemalin Cumhuriyetinde temel görevlerden biri olarak yüklenmişler gazete ve radyoya. Ama 2. Dünya Savaşından sonra bizim basınımız büyük bir değişim geçirerek bu işlevini üzerinden attı, kolay yolu seçti. Konuştuğun kelimeyle gazete çıkarırsan, çok satar oldu. Hürriyet Gazetesi ve Sedat Simaviyi alkışlaya alkışlaya bir hâl oldular... Sedat Simavi çok az kelimeyle başyazı yazdı. Başyazıda düdüklü tencere üzerine yazı yazdı. Düdüklü tencere üzerine başyazı neden yazılır? Nesini anlatırsınız bu düdüklü tencerenin başyazıyla? Çözülememiş bir sorunun yok ki düdüklü tencere ile... |
||||||||
Sedat Simavi çok az kelimeyle başyazı yazdı. Başyazıda düdüklü tencere üzerine yazı yazdı. Düdüklü tencere üzerine başyazı neden yazılır?
|
Y.A.: Bu doğru olsaydı bugün gazetelerin çok daha fazla satıyor olması gerekmez miydi? D.C.: Adam zaten 300 kelimeyle konuşuyor, 300 kelimelik gazete okuyor. Yeni bir şey getirmiyor, 301 kelime olmuyur. O zaman gazete okuma ihtiyacı da duymuyor. Bugün 1950den daha da kötüye gitmemizin sebebi basınımızın içine düştüğü açmazdır, ki bu açmazın en tipik örneklerinden biri de Yeşilçamdır. Yeşilçam da, seyircisine en küçük bir katkıda bulunmayı amaçlamadı. Tam tersine seyircinin istediği filmi çekmeye niyetlendi. Ben hatırlıyorum. 12 Eylül sırasında ben de işsiz kaldım, tutuklandım. Çıktım ve Yeşilçamdan birkaç defa senaryo yaz dediler. Birkaç tane senaryo yazdım, hiçbiri çevrilmedi filme. Ama senaryoları yazmaya başladığımda Yeşilçamdan bana ısrarla söyledikleri bir şey vardı: |
||||||||
Adam kıza seni seviyorum diyorsa, iki defa seni seviyorum diye söyleteceksin ki, seyirci bu adam o kızı seviyormuş diye anlasın...
|
Aman ha, aman ha her şeyi iki defa söyleyeceksin. Türk halkı Türk seyircisi seni seviyorum lafını bile anlamaz. Adam kıza seni seviyorum diyorsa, iki defa seni seviyorum diye söyleteceksin ki, seyirci bu adam o kızı seviyormuş diye anlasın... Y.A.: Dışarıdan yönlendirme... 1826 tarihli Bern Telif Hakları Sözleşmesi... D.C.: Mustafa Kemal insanlık tarihinde bir toplumu bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine eğitimle geçirmeyi düşünmüş tek lider. Yani çok ilginç bir şey var. Yeryüzünde bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine evrim dışında bir yolla geçmiş Türkiye dışında ikinci bir toplum yok. |
||||||||
Mustafa Kemal insanlık tarihinde bir toplumu bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine eğitimle geçirmeyi düşünmüş tek lider.
|
Devrimle mevrimle de yapamazdın. Yani Stalin yapamamış devrimle... Zorlamış zorlamış Orta Asya toplumlarını, hâlâ göçebe herifler. 75 yıl Sovyetlerin bütün bütçesini akıtmış, bütün polisiye tedbirleri uygulamış, yok yapamamış, değiştirememiş. Özbek göçebe, Kazak göçebe, Türkmen göçebe, Kırgız göçebe, Azeri göçebe, hepsi göçebe... Y.A.: Öyleyse Mustafa Kemali ve karşı-devrim sürecini açıklamaya çalışalım... D.C.: Tabii. Mustafa Kemal biraz dikkatli incelendiği zaman çok berrak görülüyor. Mustafa Kemali 1932den itibaren yok etmeye çalışıyorlar. Mustafa Kemal 1931 yılında Kadro Dergisini kurmuş. Yakup Kadrinin başkanlığında, Kadro Dergisiyle planlı ekonomiye geçilmiş. İsmet Paşa 1932de Moskovaya gönderilmiş, git orada planlı ekonomi nedir, bak gel diye. Oradan uzmanlar da almış gelmiş. Türkiye birden 1932den, 1935e kadar inanılmaz bir atılım yapmış. Kayseri Fabrikası, Alpullu Fabrikası, Nazilli Fabrikası... Demiryolları döşenmiş, Sivasa varmış demiryolları. Türkiye 1930lu yılların o zor koşullarında bir kuruş parası yokken, inanılmaz bir ekonomik sıçrama yapmış. Neyle? Planlı ekonomiyle. Ve hemen 1935 yılında İngiltereden çağrılmış Fethi Okyar. İngiliz Büyükelçisi, İsmet Paşanın İzmir demiryolunu açarken biz milliyetçi sosyalist bir iktidarız demesinden çok rahatsız olduğunu söyler. Ve Kemal Paşaya ilet, milliyetçi sol lafından çok rahatsız olduk. Mustafa Kemal Paşa şayet bize evet derse, bu ısrarından vazgeçerse, kendisine boğazların yönetimini bırakıyoruz der. Montrö Anlaşmasını rüşvet olarak göndermişler. Rüşvet! Şimdiki gibi otobüs motobüs vermiyorlar yani. Montrö Anlaşmasını veriyorlar rüşvet olarak. Biliyorlar Mustafa Kemalin başka rüşvet almayacağını. |
||||||||
Montrö Anlaşmasını rüşvet olarak göndermişler. Rüşvet! Şimdiki gibi otobüs motobüs vermiyorlar yani.
|
Montrö Anlaşması üzerine 1932-33 yılında galiba, hemen Kadro Hareketi kapatılıyor. Yakup Kadri zoraki, diplomat olarak Tirana gönderiliyor ve planlı ekonomiden vazgeçiliyor. Mustafa Kemalin uyguladığı politikalar, eğitimle kalkınma, ekonomiyle eğitimi bütünleştirme, bu halkı eğitimle bir başka toplum aşamasına getirme çalışmaları 1934-35ten itibaren başlıyor. Mustafa Kemalin devrimlerine karşı saldırılar ise 1945-46dan itibaren son derece bilinçli bir tarzda; 1945te Türkiyenin IMFye girişi, Türkiyenin Batı Blokuna girebilmek için verdiği tavizlerle devam etmiş. Y.A.: Şöyle bir karamsarlığa düştüğümü söylemeliyim. Kitapta çok güzel saptamalar görüyoruz. Bu tür yapıtların sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor. D.C.: Fakat bu aydınlanmanın hoşluğu dışında, şöyle bir duygu oluşuyor: Sanki her şey bize dışarıdan dayatılıyor, biz edilgen bir durumdayız... Başka ülkelerin, başka ideolojilerin kurbanı durumunda gibiyiz. Bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı dışında, kendi dinamizmimizle kendimize yeni ufuklar belirleyecek gücümüz, potansiyelimiz yok mu? Hep böyle yok Amerika dayatıyor, Avrupa istiyorun dışına çıkamayacak mıyız? |
||||||||
Mustafa Kemal döneminden başka 1919dan 1935e kadar olan sürecin dışında gerçekten bağımsız olduğumuz, yüzde 100 bağımsız olduğumuz bir dönem yaşayamamışız. Yaşatmıyorlar!
|
Mustafa Kemal de 1919 yılında bir siyasi parti kurup halka seçimle sorsaydı, Türkiyeyi kurtarmak istiyorum, oy verin bana deseydi oy alabilir miydi? Mümkün değil. Yani şunu söylemek istiyorum: Devlet kurmak için dilekçe vermek gerekse, yani devlet kurmak dernek kurmak gibi olsa hiçbir devlet kurulamaz. Çünkü hiçbir devlet kendisine alternatif bir devlet kurulmasına izin vermez. Kurarsın devleti, güçlüysen kamuoyu seni devlet olarak kabul eder. Mustafa Kemal de öyle. Yani halkla beraber kuruyormuş gibi kurmuş. Demokratik bir biçim. Tekrar ediyorum, Mustafa Kemal döneminden başka 1919dan 1935e kadar olan sürecin dışında gerçekten bağımsız olduğumuz, yüzde 100 bağımsız olduğumuz bir dönem yaşayamamışız. Yaşatmıyorlar! Geçenlerde karıma da söylüyordum... Mustafa Kemalin yahut bizim en büyük şanslarımızdan bir tanesi Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusunun kaçmasıdır. Yunan ordusu kaçmasa, direnseydi, öldürecektik onları. Şimdi diyelim biz bu savaşta 30-40 bin Yunan askeri öldürmüş olsaydık... Gelmiş bizim topraklarımızı işgal etmiş, bize karşı direniyor, biz de temizlemek zorundayız tabii, öldürecektik. Yapacağımız başka bir şey mi vardı? 25-30 bin Rumu öldürseydik Ege Bölgesindeki Rumlar da, bu askerler de kaçamayacağı için sivil halk tarafından öldürülecekti. Onlar da tabii savaştan çıkıyorlar, birbirlerine saldırmışlar. Yani kanlı bıçaklı olmuş iki halk, bu halk birbirinden intikam alacaktır, yani bu topraklarda. Türkler de dönüp gelip Rumları öldürecekti. Yani 20 bin Rum da öyle ölecekti. Şayet Yunan ordusu kaçmasa, biz Egede 50 bin Rumu öldürmüş olacaktık. Şimdi dünyada Rum soykırımı ile suçlanacaktık. |
||||||||
Orhan Pamuk yine söyleyecekti, Rumları da kestik diyecekti. Neye dayanarak söylüyor, gerçekten neye dayanarak söylüyor? Nasıl bir aydın olur böyle?... Ha olur, postmodern aydın olur.
|
Y.A.: Henüz diğer soykırım iddialarının altından kalkabilmiş değiliz . D.C.: Orhan Pamuk yine söyleyecekti, Rumları da kestik diyecekti. Neye dayanarak söylüyor, gerçekten neye dayanarak söylüyor? Nasıl bir aydın olur böyle?... Ha olur, postmodern aydın olur. Ben onu romancıdan saymıyorum ya, aydından da saymıyorum! Postmodern aydın olmaz. Aydın mutlaka solcu olur, mutlaka ulusalcı olur, mutlaka bağımsızlıkçı olur, başka türlü aydın olunmaz. Y.A.: Buradan, Soğuk Savaş Dönemi ve bize olan etkilerine gelebilir miyiz? D.C.: 1946dan itibaren Soğuk Savaşla birlikte verilen karar şu: Sovyetlere karşı Müslümanlık silah olarak kullanılacak. Nasıl kullanılacak? Anadoluda Müslümanlık kullanılacak. Ama Anadolu Müslümanlığı, Suudi Müslümanlığından farklı, daha hoşgörülü daha başka ilişkiler içerisinde. Katiyen bağnaz değil, öyleyse yapılacak ilk işlerden bir tanesi Anadolu Hanefiliğini Bağdat ve Suudi Arabistan Hanefiliğine çevirmek. Suudi Arabistanda 17.-18.yydan sonra kurulan tarikatların bağnazlığında bir Hanefilik haline çevirmek. 1935te Türkiyede inanılmaz bir asimilasyon yapılmıştır. Soyadı Yasası çıkarılmıştır. Soyadı Yasasıyla herkes soyadı almak zorunda kalmış. 1935in Şubat ayında mıdır nedir soyadı alma süresi bitmiş, herkesin nüfus kağıdı değiştirilmiş, yeni nüfus kağıtları çıkarılırken de herkese Hanefi yazılmıştır. Dini İslam, Mezhebi Hanefi yazılmıştır. Sorulmamıştır bile sen Hanbeli misin, Şafi misin, Maliki misin, Şii misin diye. Y.A.: Bu bilinçli olarak mı yapılmış? |
||||||||
Üniversitelerde Hanefi olmayanların ilahiyat fakültelerinde doçent, profesör olması mümkün değil.
|
D.C.: Tabii, tabii asimilasyon. Soykırım dedikleri bu. Niye Orhan Pamuklar bunlarla ilgilenmiyor. Asıl büyük dinsel asimilasyon, dinsel soykırım bu işte. Sen benim mezhebimi falan kaldırıp atıyorsun. Çocukluğumda hatırlıyorum. Babama sorardık nedir Hanefilik diye. Valla bilmiyorum oğlum derdi. Kimse bilmez. Artık Türkiyede kimse ben Malikiyim, kimse ben Şafiyim demiyor ki. Kimse böyle bir şeyi tartışmıyor ki. O da zaten biz Müslümanlar diyor, Hanefilik diyor, Müslüman diyor ama Hanefilik türbanını getiriyor, Hanefi yorumunu getiriyor. Üniversitelerde Hanefi olmayanların ilahiyat fakültelerinde doçent, profesör olması mümkün değil. Hatta bütün üniversitelerde. Hıristiyanları zaten sokmazlar ya. Göstermelik bir iki tane Ermeni var. Böyle bir ortamda bunun hesabını sormuyor bizim aydınımız. Y.A.: Sormuyor mu, soramıyor mu? |
||||||||
Ermeni kestik diyebiliyorlar rahat rahat. Niye Ermeni kestik, gerçekten nasıl söyleyebilirsin, benim aklım almıyor. Ha ne oldu? O da Türkü öldürdü, Türk de onu öldürdü. Yani bundan dolayı soykırım, hele hele Kürt kesmişiz, utanır insan bunu söylemeye gerçekten utanır. Yani kesiştik dese anlarım. Kesişmek var ama soykırım yok.
|
D.C.: Sormuyor, niye soramasın. Ama Ermeni öldürdük deyiveriyorlar. 20 - 30 yıldır söylüyorlar. Diyelim ki Taner Akçam söylüyor, Halil Berktay söylüyor. Ermeni kestik diyebiliyorlar rahat rahat. Niye Ermeni kestik, gerçekten nasıl söyleyebilirsin, benim aklım almıyor. Tekrar edeyim, Yunanlılar kaçmasa önümüzden, o zaman da 1. Dünya Savaşında savaş koşulları kim kime hakim olabilir? Ha ne oldu? O da Türkü öldürdü, Türk de onu öldürdü. Yani bundan dolayı soykırım, hele hele Kürt kesmişiz, utanır insan bunu söylemeye gerçekten utanır. Yani kesiştik dese anlarım. Kesişmek var ama soykırım yok. Türkiye üzerinde öyle büyük oyunlar oynanıyor ki 1935lerden bu yana. Oynanan oyunların bir parçası da, çok önemli bir parçası da edebiyat ve eğitim. Edebiyatı neden bu kadar ön plana çıkartmaya çalışıyorum. İyi eğitim görmemiş toplumlar düşünceyi edebiyatla öğretmişlerdir. Bizim en büyük felsefecimiz hâlâ Nasreddin Hocadır. Biz hâlâ ağzımızı açtığımız zaman Kanttan, Descartestan söz etmeyiz, Nasreddin Hocadan örnek getirerek açıklarız düşüncemizi. Y.A.: İç dinamikler var, bir de dış dinamikler. Sovyet tehdidi kalktıktan sonra, ABDnin imparatorluk düşünün yeniden canlanması vs.. Yine postmodernizm akımı çerçevesinde bütün bunları açabilir misiniz? ABD ile AB arasına sıkışmış durumda mıyız? Konumumuzu nasıl belirleyebiliriz? D.C.: Bütün tarih boyunca da böyle olmuştur biliyor musunuz? Hep öcü gösterilmiş bir şeyler. Bir ara Ruslar öcü gösterilmiş. Ruslar Ardahanı istiyor, yok Karsı istiyor falan filan diye. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde de zaten tuzaklar hep öyle kurulmuş. İngilizler, Almanlar, Fransızlar anlaşırlar birisi öcü olur, ötekiler Osmanlıyı öcüden kurtarmaya gelirmiş, yağmalamak için. Yani toplumlar birbirine hep öcü gösterilmiş. Bu öcüye karşı da öteki kurtarıcı olarak gelmiş. Bugün hâlâ oynanıyor. Y.A.: Bunların olmadığını varsaydığımızda.. |
||||||||
Şimdi soruyorum, gerçekten AB bize ne sağlayacak? Hiçbir şey sağlaması mümkün değil. ABnin kendisine bir şey sağlayacak hâli yok. Yani ABnin 20 yıllık ömrü var mı? Bu tartışılır, ciddi ciddi tartışılır.
|
D.C.: Ben bunların olduğuna inanmıyorum ki zaten. Durup dururken bize bir Avrupa Birliği getirdiler. 24 saat Avrupa Birliği konuşuyoruz, yatıyoruz kalkıyoruz Avrupa Birliği. AB bizi hoşgörsün, AB bizi beğensin, yasalarımızı onlara göre değiştireceğiz diyoruz. Şimdi soruyorum, gerçekten AB bize ne sağlayacak? Hiçbir şey sağlaması mümkün değil. ABnin kendisine bir şey sağlayacak hâli yok. Yani ABnin 20 yıllık ömrü var mı? Bu tartışılır, ciddi ciddi tartışılır. Şu yakın tarihi irdeleyip baksak, ABnin kuruluşunun bir tek nedeni var. 1946da Sovyetler Birliğine karşı bayrak açan Amerika dünyayı bölüşmeye karar vermiş. Sovyetlerin elinden dünyayı alacak. Nedir o? Demokratik dünya diye bir isimle, sıfatla ve bütün o ülkelere demokrasiyi getiriyorum diye -Iraka, Afganistana getirdiği gibi- bize de demokrasiyi getirmiş 1946 yılında zorla. |
||||||||
Kurulan partilerden iki tanesi sosyalist parti. Esat Adil’in partisi, Şefik Hüsnünün partisi. Seçimden kısa bir süre önce İsmet Paşa ne bir mahkeme var, ne hakkında açılmış bir soruşturma var, hiçbir şey yokken iki partiyi de kapatmış.
|
Şimdi o tarihte Karsta son derece tipik bir olay var. Türkiye Amerikanın zorlamasıyla -Amerika büyükelçisi bizim dışişlerine siz artık demokrasiye geçmezseniz, sizi hiç hesaba katmıyoruz; demokrasiye geçin! diyor- 1946 yılında çok partili yaşama geçiyor. O parti kurun lafıyla hemen Türkiye de 1945 yılında İsmet Paşa 19 Mayıs törenlerinde Seçime gideceğiz, parti kurulabilir demiş. Hemen 6 ay içerisinde Türkiyede partiler kurulmuş. Kurulan partilerden iki tanesi sosyalist parti. Esat Adilin partisi, Şefik Hüsnünün partisi. Seçimden kısa bir süre önce İsmet Paşa ne bir mahkeme var, ne hakkında açılmış bir soruşturma var, hiçbir şey yokken iki partiyi de kapatmış. Niye kapatmış? Amerikalılar kulağını bükmüş, bunları kapat, Marksist parti diye. Hemen kapatmış. Marshall yardımından para göndermiş. Bizim gibi az gelişmiş bir ülkeye sana bir kaç yüz dolar göndereceğim dediğin zaman, bu tür partileri kapatmak mümkün. Ama 1946 seçimlerinde savaş sonrasında Fransız Komünist Partisinin aldığı oy oranı yüzde 28,6. En büyük parti, koalisyonda komünist bakanlar var ve ilk yapılacak seçimlerde tek başına iktidara gelebilir. Yine İtalyan Komünist Partisi ilk seçimlerde yüzde 10 küsur oy almış hemen bir yıl sonra yapılan seçimde oy patlaması yapmış sosyalist partiyle iş birliği yaparak. Çekoslovakyada komünist parti birden yüzde 30 küsur oy almış başbakan çıkarmış koalisyonda. Şimdi Çekoslovakyada, İtalyada kominist partiler var ve iktidara gelme tehlikesi var. Ben komünizme karşı yırtınıyorum, para veriyorum, yalvar yakar oluyorum, NATO kuruyorum ama gözümün önünde, benim müttefikim diyeceğim İtalyada, Fransada, Çekoslovakyada komünistler iktidara gelecek. Türkiyede sosyalist partileri kapattırıyorum. Suriye, İranı hallediyorum. Ama büyük ülkelere Kapat şu komünist partiyi diyemiyor hiç kimse hiçbir zaman. Bir Fransa, İtalya veya Çekoslovakyaya. Ne yaparım, Avrupa Birliğini kurarım, kendi içinde kontrol ettiririm diyor. 1951 yılında Fransa Başbakanı, dışişleri bakanı demeç veriyor, Avrupa Birliği kurulmalıdır diye. 1955 yılında da Avrupa Birliği kuruluyor. Ve kurulduğu andan itibaren de Fransız Komünist Partisi de oy kaybetmeye başlıyor. 60lı yıllarda da Tobiattiyi öldürüyorlar faili meçhul bir cinayetle. İtalya Komünist Partisi oy kaybetmeye başlıyor. Çekoslovaklar zaten Sovyetlerle anlaşmışlar. Avrupada komünist partileri frenlemenin yolu olarak Avrupa Birliği kuruluyor Amerikan yardımıyla. Ama aynı olaya Türkiyede gerek görülmemiş. Türkiyeyle 1946lardan itibaren çok rahat bir biçimde oynanmış. Güya bize demokrasiyi getiriyoruz diye Demokrat Partiyi iktidara getirmişler 1950de. Demokrat Partinin yapmadığı kötülük kalmamış. Basın Kanununu rezil etmiş, Türkiyeyi Abdülhamit döneminden daha rezil bir döneme sokmuş. Bütün dengeleri sarsmış. O güne kadar yapılmış bütün yatırımları yok etmiş. Ne yapmış Amerikalıların hoşuna gidecek şekilde? Kara yolu yapmış, Amerikalılardan kamyon almış, otobüs almış. Amerikayı tam egemen kılmış. Y.A.: Toplumcu-gerçekçi edebiyatı yeniden canlandırmak için neler yapılmalı? D.C.: Edebiyatın temel ögesi ana dil. İnsanlık tarihinde, bu daha önce hiç kimsenin söylemediği bir şey. İlk defa benim gündeme getirdiğim bir şey. İnsanlık tarihinde toplumların yaşamına üç dil egemen olmuş. 1. dil halkların konuştuğu ana diller, 2. dil devletlerin resmi dilleri, 3. dil ise din dilleri. Bu dillerin içinde asıl egemen olan da din dili olmuş. Devletler din dillerini resmi dili haline getirerek, din diliyle resmi dili birleştirerek, toplumlar üzerinde egemenlik kurmuşlar. Örneğin Roma İmparatorluğu. Örneğin şöyle bir şey de var: İmparatorluklar da, imparatorluğu kuran kişilerin de zekaları çok ustaca. Şimdi Roma İmparatorluğunun resmi dili Latince. Latinceyi konuşan halk var mıdır? Yok, hiç yok. Latince Roma şehrinin çevresinde yaşayan çok küçük Lakyum dedikleri bir grubun konuştuğu dil. Küçük bir azınlık. Roma İmparatorluğunu kuranlar da Lakyumlar. İmparatorluk egemenliği altındaki büyük halklardan birinin dilini alsa, öteki büyük halkları rahatsız edeceği için ustalıklı bir tarzda hiç birini resmi dil yapmamış. O dil Roma İmparatorluğu tarafından güçlendirildiğinden öteki dilleri de etkilemiş. Fransızca, İspanyolca, İtalyancayı da etkilemiş. Aynı olay Osmanlı İmparatorluğunda da var. Osmanlı İmparatorluğu Türklerin konuştuğu Oğuzcayı bugün Türkçe dediğimiz dili devletin resmi dili haline getirse, Anadoludaki Ermenileri, Rumları ürkütecek. Buna karşılık Arapçayı alsa, yine öteki halkları taciz edecek ve iktidarını tamamen camiye kaptıracak. İktidar kavgası da var. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu da çok akıllıca davranıp Osmanlıca diye bir dil uydurmuş resmi dil olarak. Devletin dili Osmanlıca olduğu için iktidarını Osmanlıcayla korumuş. Dil toplumların yaşamında inanılmaz önemli bir özellik kazanmaya başlamış. Roma İmparatorluğu da 4. yya kadar Hristiyanlara kan kusturmuş, asmış kesmiş. Bakmış ki bütün bunlara rağmen Hristiyanlık genişliyor, yarın Roma İmparatorluğunun alternatifi, karşı devrimi olabilir. O zaman ne yapmalı? Karşı devrimimi alıp, benim kılmalıyım diye başlamış. Hemen Hristiyanlığı devletin dini haline getirmiş. Getirir getirmez de o tarihe kadar bütün Hristiyan kiliselerinde ibadet eski Yunanca ile yapılırken, İncil eski Yunancayken, derhal dinin dilini değiştirmiş, Latinceyi Hristiyanlığın dili haline getirmiş, İncili Latinceye çevirtmiş. Ve böylece fethettiği her ülkeye hem resmi dil olarak hem din dili olarak Latinceyi zorla benimsetmiş. Bakıyorsun, 16.yya gelinceye kadar Fransada resmi dil İngilizce, ama ana dil Fransızca yok, eğitim dili İngilizce. İngilterede her şey Latince, İngilizce yok. Ana dilleri yok etmiş. Osmanlı İmparatorluğunda da Türkçe ile eğitim yok. Zaten eğitim yok. Fransız İhtilaline gelinceye kadar, eğitim hep dinsel kurumların elinde, orada nasıl kilisenin elindeyse burada da caminin elinde. Cami eğitimini Arapça yapıyor, Türkçe eğitim yok. Öteki azınlıklar, Ermeniler, Rumlar kendi kiliselerinde eğitim yapıyorlar. Devletin kültür dili Osmanlıca. Din diline karşı ilk kez Dante bayrak açmış. Bu da şunu gösteriyor: Bize Rönesansı okullarda öğretiyorlar. Ama Nedir Rönesans diye sorsak, dört tane ressam adıyla, belki bir iki tane mimar adından başka bir şey hatırlamayız. Bunlarla Rönesans olur mu, dört tane ressam yetiştirdi diye. Hayır, Danteyle başlıyor. Nedir o? Din diline karşı anadil kavgası. İşte Rönasans o. O yüzden yeniden edebiyatımı istiyorum. Rönesans, edebiyatla başlamıştır. İlahi Komedyanın dili Latince değil, Toscana İtalyancasıdır ilk kez. Bir ikincisi Galileo Dünya dönüyor dediğinde, kilisenin Dünya dönüyor deme, seni cezalandırırım dediğini anlatmışlardır. Hayır, kilise Galileoya demiş ki, Dünya dönüyor de ama Latince söyle. O, Hayır, İtalyanca söyleyeceğim demiş. Galileo dünya dönüyoru İtalyanca söylediği için cezalandırılmış. O kavga Rönesansın bütün aydınlarının din diline karşı ana dil kavgasıyla başlamış. Ve 5-6 yüzyıl süren bu kavga Fransız İhtilaliyle sonuçlandığında artık din dillerine karşı ana dilin egemenliği kurulmuş, ulus devlette ilk kez bu üç dil birleştirilmiş. Din dili, devletin dili, ana dil birleştirilmiş; ana dil olmuş. Ana dil devletin ana dili haline getirilmiş. Çok önemli bir kavram bu. İlk kez Fransız İhtilaliyle bir ana dil devletin ana dili yapılmış . Mustafa Kemalin de o nedenledir ki ilk yaptığı işlerden biri daha 1923 yılında Cumhuriyeti kurar kurmaz hemen TDKyı oluşturması oluyor. Bir tek derdi var, üç dili tek dil yapmak. Hemen Kuran Türkçeye çevrilsin istiyor. Hemen ezan Türkçeleştiriliyor, ibadet Türkçe yapılmalıdır. Din dili, devlet dili, ana dil Türkçe olmalıdır. Hemen Türkçe devletin ana dili haline getirilmelidir diyor. 1928lerde başlayan bu olay 1930ların sonlarına geldiğinde gerçekten Türk edebiyatında büyük bir sıçrama yapıyor. Nazımlar, Orhan Veliler, Melih Cevdetler ... Büyük bir patlama oluyor. Ama öyle bir bıçakla kesilmiş gibi kesiliyor ki.. 1950de DPnin gelir gelmez ilk yaptığı iş ezanı Arapçalaştırmak oluyor. Çok planlı bunlar, bilinçli bunlar tabii Menderesin kafasından çıkacak şeyler değil, yukarıdan gelen, dışarıdan gelen. Başka türlü olmaz bu. Bakıyorsun dünya tarihine yerleştirdiğin zaman olayı görüyorsun. Bu nedenle bence en önemli öge dil. Yani ana dille düşünmezsen, bu elma niye yere düşüyor diye, yer çekimi kanununu bulamazsın. Başka dilde düşünerek bulamazsın. Ana dilde düşünürsen bulursun. Yahya Kemalin bir sözü var: Biz 500 yıl Türkçeyi konuşa konuşa bugüne getirmişiz diyor. Kurulan her devlet resmi dil olarak önce Farsçayı almış, sonra Arapçayı almış, yani değişik diller almış. Türkçe hiçbir zaman devletin dili haline gelmediği için Tükçe eğitim ve kültür dili haline de gelememiş. Yazılı edebiyatı yok, sözlü edebiyatı var. Yani Yunuslar munuslar hep sözlü, yazılı hiçbir şeyimiz yok. Yazılı bir tek şairimiz var, Mevlana o da Farsça yazmış. Yani yazılı edebiyatımız yok. İlk kez Mustafa Kemal buna sahip çıkıp geliştiriyor. Buna tepki olarak da derhal 1950de şiddetle karşı çıkarak, önce edebiyatımızı elimizden alıyorlar. Hangi edebiyatımız, işte oraya geliyorum. Bence Doğu toplumlarında düşünceyi üreten edebiyatçılar olduğu için toplumsal yapımızı incelerken de başvuracağımız tek kaynak yine edebiyat oluyor. İslamiyetle Hristiyanlık arasındaki temel farklardan bir tanesi; Hristiyanlık gayrimenkul mülkiyetini kutsallaştırmıştır. Yani Ortaçağda Roma İmparatorluğunun kontrolünde giderek Hristiyanlık büyük toprak mülkiyetini, feodaliteyi kutsallaştırmıştır. Mülkiyet hakkı kutsaldır lafı, Hristiyanların lafıdır, Müslümanların lafı değildir. Mülkiyet hakkı kutsaldır lafı da küçük topraklar için değil, büyük topraklar için söylenmiştir. Çünkü Hristiyanlıkta gayrimenkul mülkiyeti kavramı var, feodalite başladığı için. Ama Müslümanlıkta gayrimenkul mülkiyeti kavramı yoktur. Kuranda tarımla ilgili hiçbir ayet bulamazsın. Çünkü tarım yok, köylü yok, çölde kurulmuş bir din, çöl koşullarına göre biçimlenmiş her şey. İki tane tipik ülke var: Biri 7. yyda Emeviler döneminde işgal edilmiş, Müslümanların işgal ettiği İspanya, ikincisi 12-13. yydan itibaren Türklerin işgal ettiği Anadolu. İslamiyetin temel ilkelerinden biri fethettiği yerlerde hemen bütün gayrimenkul mülkiyetini sıfıra indirip onun yerine İslamiyetin ikta sistemini egemen kılmak. Biz de tarihte hep okuruz. Orhan Beyler, Murat Beyler durmadan tekfurlarla savaşıp, tekfurları yok ederler. Tekfurlar Rumca feodalite demek, derebeylik demek. Yani Anadoluda derebeylik vardır, İslamiyet gelir gelmez hemen tekfurluğu yok eder, onların mülkiyetlerine el koyar, ikta sistemiyle onu memuruna personeline ücret olarak dağıtır. İspanyaya da aynı şeyi yapmıştır. Dolayısıyla bu feodal gelişmeyi, kapitalist gelişmeyi engelleyen bir şeydir. İslamiyet kapitalistleşmeyi engellemiştir. İspanya bugün Avrupadan farklıdır. Niye? Çünkü Avrupada 7. yydan itibaren Ortaçağı yaşamıştır Fransa, İngiltere vb... Ama İspanya 7. yydan 14. yya kadar Ortaçağı yaşayamamıştır, İslamiyet el koyduğu için feodal sistemi yok ettiğinden. 14. yydan sonra yeniden feodalite, toprak mülkiyeti ile sermaye birikimi yapmaya çalışmıştır İspanya. Ben de dedim acaba edebiyatçılarımız nasıl gördüler, bu mülkiyet meselesine nasıl baktılar diye araştırdım... O yıllarda tabii bizim en çok kullandığımız kavramlardan bir tanesi de sosyalist realist edebiyat akımı, yani toplumcu gerçekçi edebiyat akımı. Şimdi toplumcu gerçekçi ne demektir? Türkiyede bununla ilgili doğru dürüst bir yayın bulamazsın. 1950den sonra edebiyatın nasıl elimizden gittiğini tartışırken karşımıza çıkan bir önemli olgu da Köy Enstitüleri ve köy edebiyatı. Dolayısıyla sosyalist realist, toplumcu gerçekçi edebiyat akımı karşımıza önemli bir olgu olarak çıkıyor ve 1950den sonra edebiyatımızın elimizden nasıl alındığını kavrayabilmemiz için bu iki olguyu da irdelememiz lazım diye düşünüyorum. Sosyalist realist edebiyat nedir? Marks 1863te Engelse yazdığı mektupta Doğunun tılsımı galiba özel mülkiyetin olmamasıdır, toprakta özel mülkiyetin olmamasıdır diyor. Bu Asya Tipi Üretim Tarzı diye bir kavram getiriyor. Ama öldükten sonra da Engels bunun lafını hiç etmiyor, tartışılmıyor. Marks bir iki yazısında daha bahsediyor bunlardan bir daha da Engels, Marksın ölümünden sonra ilgilenmediği için gündeme getirilmiyor. Tekrar 1926-27lerde Stalin iktidara egemen olduğunda birden ATÜT meselesini yine gündeme getiriyor. 1930lara yaklaşırken Ruslar farkına varmışlar ki, artık Avrupada sosyalist devrim gerçekleşmeyecek. Almanyada Hitler güçleniyor. Bütün umutlarını Avrupadan yapılacak devrime bağlamış Lenin. Yani ben bu devrimi başlatırım, bu devrim Avrupaya da sıçrar, sosyalist dünyayı Avrupayla Almanyayla beraber kurarız. Ama bakmışlar ki Avrupadan umut yok, Stalin Avrupadan umudu kesince o zaman Doğuya devrim ihraç etmeye karar vermiş. Ne olabilir? Çin olabilir. Ben Doğuya devrim ihraç edersem, Çinde devrim gerçekleştirirsem Batıya karşı Çini de arkama alarak başka bir güç kazanırım diyor. Bunun için ATÜT tartışmasını yeniden başlatıyor. 1926lardan 1931lere kadar galiba birkaç yıl Rusyada da bir tartışma açılıyor ama Stalin farkına varıyor, tartışmayı kesip atıyor. 1956 yılına kadar Sovyetler Birliğinde çıkmış Marksist antolojide ATÜT sözcüğü yok. Kullandırtmıyorlar bir daha, unutuluyor. 1956 yılında Marksın bir kitabı yeniden çevrilirken Batıda, Fransada yeniden gündeme geldiğinde ATÜT tartışması açılıyor. ATÜT üzerine kitap yazılıyor, İngilizceye çevriliyor. İngilterede bu tartışma alevleniyor. Rusyada Kruşçev döneminde yeniden gündeme getiriliyor ATÜT. Türkiyede yazılıyor 61-62lerde Selahattin Hilavlarla. Sencer Divitçioğlu bir kitap yazıyor. Türkiyede de dünyayla aynı anda tartışılmış bir konu oluyor. Stalin 1931-32de ATÜT tartışmasını kapattıktan sonra bir karar veriyor. Sovyetlerin ileri gelen yazar ve şairlerinin 40-50 tanesini Orta Asyada görevlendiriyor. Ünlü yazarlar Orta Asyaya, Türkmenistana, Kazakistana görevli gidiyorlar. Orada kimi üç ay, kimi üç yıl, kimi daha fazla kalıyor. Bir emirle onlar oradan şiirler, hikayeler, romanlar yazıp gönderiyorlar Moskovadaki gazetelere ve dergilere. Devrimin oradaki toplulukları nasıl sosyalist yaptığını anlatıyorlar. Ve 1932 yılında Stalin bir gün Gorkiyi çağırıyor ve diyor ki Gorkiye, Biz parti olarak bu kararı almak istemiyoruz. Bundan böyle bizim edebiyatçılarımız sadece sanayi devriminin malı bir devrim olmadığını, bu devrimin tarım toplumlarında da gerçekleştirilebileceğini savunacak eserler verecekler. Sen arkadaşlarını toplayacaksın, yazarlar toplanıp karar vereceksiniz. Ben sizi destekleyeceğim. Sovyetlerdeki bütün yazar örgütlerini kapatacağız, Sovyet Yazarlar Birliğini kuracağız. Sen Sovyet Yazarlar Birliği kuruluş toplantısını hazırlayacaksın. Devlet olarak bunu finanse edeceğiz. Toplantıda hem SYBnin kuruluş kararını alacaksınız, hem de sosyalist realizmi, sosyalist dünyanın yazarlarının tek ilkesi haline getireceksiniz. Yani devrimin sanayi toplumlarında değil, tarım toplumlarında da gerçekleştirilebilirliğini anlatacaksınız. Gerçekten de Gorki evinde bir toplantı yapıyor 1932-33te. Bu toplantıda sözü edilen kararlar alınıyor. 1934te on beş gün süren, görkemli bir tören düzenleniyor. Bu törene dünyanın dört bir köşesinden yazarlar çağrılıyor. Türkiyeden de Yakup Kadriyle, Falih Rıfkı Atay gönderiliyor. Marksist partili, komünist üyesi veya sempatizan yazarlar çağrılıyor. Bu törenlerde Yakup Kadri de bir konuşma yapıyor. Sosyalist realizm, toplumcu gerçekçilik bir ilke olarak benimseniyor Sovyet yazarları tarafından. Bütün dünya radyoları, gazeteleri bu olayları veriyor. Bunları Türkiyede günü gününe izleyebilen tek kişi Nazım. Rusça biliyor. O yıllarda da hapiste, hapiste mapiste dinliyor bir şeyler. Nazım Hikmet Şeyh Bedrettin Destanını yazıyor. İlk kez sosyalist realist, toplumcu gerçekçi akımı savunan şiir. Yani 15. yyda Anadoluda toprak için köylü ayaklanması olduğunu yazıyor. Ama mülkiyet hakkı yok. Olmayan mülkiyet hakkı için köylü ayaklanması nedir? Şiirde ne diyor: yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber diyebilmek için biraz da biz sürelim şu ağanın beyin toprağını, tımarın zeametin hasın... Osmanlı İmparatorluğunda has, zeamet, tımar, toprak sürmek yok. Böyle bir şey söz konusu değilken Nazım Hikmet bunu yazıyor. Nazım bunu yazdığı için de Nazımın arkadaşları Kemal Tahir de işte Göl İnsanları hikayelerini anlatmaya başlıyor bu hızla. Bu Köy Enstitülü yazarlara da yansıyor. Köy Enstitülü yazarlar birdenbire başlıyorlar köy gerçekçiliği diye yeni bir roman türü yazmaya. O roman türlerine bakıyorsun, şema köyde de devrim olsun şeması. Nedir o? Köyde bir toprak ağası var. Zavallı Fakir Baykurtun, zavallı Talip Apaydının, zavallı Dursun Akçamın, zavallı Mehmet Başaranın köylerine bakıyorsun, bunlar göçmen köyleri, fakir köyler. Kenar, kıyı. Köyünde 40 keçisi olan büyük ağa. 40 keçi nedir? Göçebelik ilişkisidir. 40 keçili köy ağası diyor zaten Fakir anlatırken. Ağanın zenginliği de hayvanıyla ölçülüyor ama buna dikkat etmiyoruz biz. Ona ağa diyoruz. Bu feodal ağa, toprak mülkiyetine dayalı bir ağa değil, hayvancılığa dayalı bir ağa. Bu göçebe. Çünkü şunu söyleyeyim, Osmanlı İmparatorluğunda mülkiyet hakkı olmadığı için toprak ağalığı diye bi müessese kurulmamış. Y.A.: Toplumcu ama gerçekçi değil o zaman... D.C.: Köylerine gidemediler onlar sonra, Dursunlar mursunlar hiçbirisi gidemedi. Ne Fakir, ne Dursun, ne Talip hiçbirisi köylerine dönemedi. Dedim ki: Köyünüze gidemediniz, niye gidemediğinizi tartışıyor musunuz? Çünkü köyüne gittiği zaman dövüyor herif, yahu sen o adamı abartmışsın, köy ağası diye göstermişsin, ne köy ağası, senin babanın 40 keçisi vardı, benim de 40 keçim var, babandan ne farkım var? Beni niye öyle kötü gösterdin diyor? Çünkü anlatıyorlar gidip. Çarpıtılıyor, köy gerçeği çarpıtılıyor. Orada devrim yapılacak köyde. Yahu hangi devrim, yok ki böyle bir şey. Yanlış çıkıştan doğan yanlış edebiyat, tabii özellikle belirli bir kesimin elinde koz haline geldi. Ve köy edebiyatına karşı saldırarak, gerçekçi edebiyatı yok ettiler. Elimizden aldılar. İşte gerçekçi edebiyatla, sosyalist gerçekçi edebiyat yaftasının çakışması gerçekçi edebiyatın 1950lerden sonra elimizden kolayca çıkmasının temel nedenlerinden bir tanesi oldu. Amerikayla beraber çok ustalıkla yaptılar. Bizim hatalarımızdan, bizim bunları irdelemememizden, tartışmamamızdan. Yani arkadaş sen toprak kavgası romanı yazıyosun ama mülkiyet yok, Anadoluda mülkiyet yok. 1928 yılında Mustafa Kemal araştırma yaptırmış, araştırmanın sonunda ortaya çıkan bir gerçek var: 1927 sayımına göre Anadoluda ekilebilir toprakların 6da 5i boş. O zaman demek ki, o topraklar üzerinde yaşayan insanlar köylü değil. Y.A.: Edebiyattaki bu yanılma konusunu biraz daha açar mısınız? D.C.: Yanlış yönlendirmeyle olmuş. Stalinin orada yaptığı yönlendirme bizim de aydınlarımızın aptalcasına transfer etmesiyle, onu övmesiyle etmesiyle... El altından, doğru dürüst kitap da çevrilmiyor, ne olduğu da belli değil. Toplumcu gerçekçilik kavramı önce sosyalist realist olarak kullanılıyordu. Ancak sosyalist lafı sakıncalı olduğu için 1950de DP döneminde, Türkçeye toplumcu gerçekçi diye çevrildi. Toplumcu gerçekçilik lafı daha ılımlı oldu, polis fazla üzerine gidemedi. O yanlış yönlendirme, o yanlış alkış diyelim, Talip Apaydının, Mahmut Makalın, Dursun Akçamın yaptıklarına bizim solcularımızın o şemaya uyuyor diye yaptığı gereksiz alkış edebiyatı da yanılttı. Bütün bu yazılanlar içinde Anadolu gerçeğini en iyi yakalayan insan yine sezgi gücüyle Orhan Kemaldir. Orhan Kemalin; Hanımın Çiftliği, Kanlı Topraklar gibi romanlarında bütün bu gerçekler sezilmiştir, yakalanmıştır. Yani burada mülkiyet hakkı olmadığı, toprak üzerindeki kavganın başka bir kavga olduğu. Yani Anadolu toprağı üzerinde yaşanan kavga, mülkiyet kavgası değil, mülkiyetin yağması kavgasıdır. Nedir o, 1858 yılında Arazi Kanunu çıkmış. Çıkınca, Anadolu topraklarının, ekilebilir toprakların 6da 5inin mülkiyetini Rumlar ve Ermeniler almış. Ama 1915te Ermenileri kovmuşuz, 1922de Yunanlıları kovalamışız, 1924te mübadeleyle takas etmişiz geri kalanları. Anadoludaki toprakların 6da 5i boş kalmış. O 6da 5in mülkiyet kavgası başlamış. Yani mülkiyet yağması başlamış. O mülkiyeti nasıl yağmalayacağız? Orhan Kemalin romanlarında çok güzel anlatılır. O mülkiyet kavgası siyasal iktidarı arkasına alan Halk Partisinin il, ilçe başkanları, yöneticileri tarafından yağmalanmıştır. Halk Partisi tarafından yağmalanmıştır. Toprak ağalığı müessesesini Halk Partisi kurmuştur. O yağma kavgasında Halk Partisinin milletvekilleri, yöneticileri, kodamanları var. Menderes de öyle. Menderesin babası da eşkiya meşkiyadır. Büyük ataları Rum topraklarına, Ermeni topraklarına el koymuşlar. Sonra Cumhuriyet döneminde de tapuları üzerlerine alamışlardır. Bu yağma kavgasıdır. Ama bunu gören bir tek edebiyatçımız vardır sezgi gücüyle, Orhan Kemal. Ben işte o Orhan Kemalin romanını savunuyorum yeniden. Y.A.: Postmodernist edebiyatın karşısına toplumcu-gerçekçi edebiyatımızı koyacağımızı düşünmüştüm. Ama onun da kendi içinde çelişkilerini ortaya koymuş olduk. D.C.: Bugün yapılması gereken yeniden toplumcu gerçekçi edebiyatın tartışmaya açılarak canlandırılması. Ama bize özgü, bize özgü toplumcu gerçekçi edebiyat, bizim koşullarımızın getirdiği . Y.A.: Bu olanaklı görülüyor mu? D.C.: Toplum mutlaka bunun sıkıntısını çekecek. Er geç bu toplum buna yeniden dönecek, prim verecek. Y.A.: Edebiyatçılar cephesinden, genç edebiyatçılardan, destek alabileceğinizi düşünüyor musunuz? D.C.: Bir şey beklemiyorum. Y.A.: Kitabı okuyanlardan size bir geri dönüş olması gerekir diye düşünüyorum. D.C.: Ben de öyle düşünüyorum. Y.A.: Şu ana kadar böyle bir dönüş var mı? D.C.: Geliyor, hafif hafif geliyor. İzmirde Ünlem diye bir dergi , arkasından yine Agora Dergisi telefon etti bana, kitabı okuyorum dehşete kapıldım, buna sahip çıkıp, bunun kavgasını vermeliyiz diye. Oradan böyle bir işaret geldi. Yine Seyit Nezir, mutlaka yılın tartışma kitabı olacak bu kitap, Ahmet Yıldızla konuşacağım Edebiyat ve Eleştiride de bunun kavgası verilmelidir, dedi. Edebiyat çevrelerinde zaten bir kıpırdanma var. Y.A.: Ben bir okur olarak heyecanlandığım için şuna da şaşırıyorum. İşi edebiyat olan kişilerden size çok daha büyük tepki gelmeliydi. D.C.: Okumuyorlar. Onların içinde yazı yazıp da kitaptan söz eden bir tek kişi Oktay Akbal oldu. Ötekiler kitabı okumadılar. İçindekilere bakıyorlar. Y.A.: En azından kendisine birtakım sözler söylenmiş kişiler var. Kuşaklara ilişkin kritikler var... Doğru ya da yanlış diye bir tekzibi ya da onayın, geri dönüşün olması gerekir. D.C.: Geri dönüşünün olması lazım. Burada mesela benim çok önem verdiğim bir yazım var; Şeyh Bedrettin niçin öldürüldü? Y.A.: O konu sanki biraz daha açılmalıydı gibi geldi bana... D.C.: O yazı Türk felsefecileri, edebiyatçıları tarafından uzun boylu tartışılması gereken bir konu. Şimdiye kadar Şeyh Bedrettine çok önem vermişler. Ama diyelim ki Nedim Gürsel Şeyh Bedrettin için kitaplar yazmış, yayınlamış. Şeyh Bedrettini toprak devrimcisi olarak rahat rahat gösterebilmiş. Hiçbir kanıt aramadan, etmeden böyle hiçbir sıkıntı duymadan. Ben şu nedenle de öldürülmüştür diye yepyeni bir şey getiriyorum. Y.A.: Aydınların toplumun tavanı olduğunu düşünürsek, tabanla tavan birbirine bu kadar yakın mı? D.C.: Çok yakın, çok yakın. Biraz çıkınca o aydın dediğin şeyi tepeden görüyorsun... Şunu tekrar ediyorum. O kadar postmoderni savunuyorlar, Orhan Pamuk bile postmodern üzerine 20 dakika konuşsun göreyim ya. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik, 300 bin Kürtü kestik demek marifet değil. Ha alkış alır, Yaşar Kemal de yaptı bunu. Yaşar Kemal de gitti Der Spiegel de mi ne, öyle yazılar yayınladı, Nobel alacağım diye. Y.A.: Nobel ödünleri olarak mı görüyorsunuz bunları? D.C.: Tabii. Tabii... Tabii... Nobel ödünleridir. Y.A.: Ödünsüz ödül olmuyor mu? D.C.: Katiyen, katiyen... Hiçbir ödül olmuyor hiç. Mutlaka birisinin çıkarına hizmet edeceksiniz. Y.A.: Orhan Pamuk Ödülü ile ilgili başınıza gelenler. Erdal Özün bir yanıt vermemesi.. D.C.: Nasıl verecek, hali yok ki. Orhan Pamuku almış. Şayet tabii Erdal o alçaklığı yapmasa bugün Orhan Pamuk diye bir yazar, başka biçimde, başka bir yazar olacak. Çünkü Cevdet Bey ve Oğulları daha ciddi bir romandı. Gerçi şimdi anasını babasını da harcıyor, onları da yok ediyor postmodernlik uğruna. Yalçın Küçükün Şebeke diye bir kitabı var orada uzun uzun anlatılıyor. Benim Adım Kırmızı 1500 küsurlarda geçiyor. 1490larda İspanyada müslümanlara kök söktürmeye başlamışlar. Hıristiyanlar yeniden el koyuyorlar İspanyaya. Orada Hıristiyanlığı seçmiş Yahudilere kan kusturuyorlar... 2. Bayazıd da Cem Sultandan dolayı hem Vatikanla hem Fransayla kavgalı. 2. Bayazıd Cem Sultana karşı alternatif tutsak olarak Yahudileri düşünüyor. Hemen Cezayir, Tunus beylerbeyine emir veriyor, İspanyadan kaçan bütün Yahudileri saklayın, ben Osmanlıya aldırtacağım diyor. Onlara gemiler gönderip aldırtıyor, onları İstanbula, Rusçuka, İzmire yerleştiriyor. Önemli yerlere etnik koz olarak. O sırada Cem ölüyor Allahtan. Cem ölünce ... meselesi bitiyor. Ama buraya Yahudiler gelmiş oluyorlar. 20 küsur yıl vapurlarla Yahudi taşınıyor buraya. Buraya gelen Yahudi sayısı 500-600 bin arasında. Bunların da 20-30 bini İstanbula yerleştiriliyor. İstanbulun nüfusu 200-300 bin. Yani yüzde 10u Yahudi oluyor birden İstanbulun. Cezayirden, Tunustan İstanbula gelmek öyle bedava değil. Osmanlı gemi de gönderse, oradaki tayfaya yolunu buldurmazsan, kaptana maptana üç beş kuruş armağan marmağan vermezsen, seni getirmeleri mümkün değil, tabii devlet de emir verirse. Dolayısıyla İstanbula gelebilenlerin tamamı zengin, paraları var. Kılık kıyafetleri yerlerinde. İyi eğitim görmüşler, birkaç dil biliyorlar, saygıdeğer kişiler. İstanbulun birden yüzde 10u iyi eğitim görmüş, zengin , kılık kıyafeti yerinde insanlardan oluşmaya başlıyor 1530-40larda. Bunların birçoğu da doktor olduğu için İstanbuldaki önemli doktorlar Yahudiler oluyor. Sarayda da görev almaya başlıyorlar, derhal. Çünkü Osmanlı İmparatorluğunda tıp eğitimi yok. Ya Orta Asyadan gelmiş şifacılar var, şamanlar veya ulema var. Doktor yok. Bunlar birden sarayda söz sahibi oluyorlar. 1570lerde 3. Muratla ilk kez Osmanlı sarayına ulema giriyor. O tarihe kadar Osmanlı sarayında kültür her şey şairlerin elinde. Şairler yönetiyor, sarayda söz sahibi şairler, önemli görevlerde şairler... İlk kez 3. Murat döneminde şairler atılıyor. Onun yerine hocalar, ulema geliyor sarayda söz sahibi oluyor. 3. Selim döneminde bir ferman çıkarıyorlar. Bundan böyle İstanbuldaki Yahidiler kırmızı başlıkla gezecek diye. Benim adım kımızı, ben Yahudiyim diye. Orhan Pamuk bunun romanını yazıyor. O şifreyi tabii bütün Yahudiler aldıkları için hemen ertesi gün yayınlanır yayınlanmaz İsrailde de çıkıyor, İngilterede, diğer yerlerde bütün Yahudi örgütleri çıkarıyorlar yaygaralar kopararak, Yahudi romanı diye. Bu işte postmodern roman oluyor, tarihi anlatan her şeyi mistikleştiren. | ||||||||
Y.A.: Kitapta Yahudilere ilişkin bir şey yoktu. D.C.: Yok tabii. Ama şifreyi alıyor öteki. Siz almıyorsunuz o şifreyi, o alıyor. Yalçın da deşifre etmiş orada. | |||||||||
38. Rotterdam Film Festivali başladı | |||
|
|||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler | Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||||||||||||