Home page

Haber Menüsü


Yazara mail atmak için resmin üzerine tıklayın.
 
Futbolda diziliş ve sistemler üzerine (Teori ve Pratik) -1-
 
Yeşil sahalar, her teknik adam ve takımın boy aynasıdırlar. İşte bu boy aynasında oluşan görüntü, sahada oynanan futbolun bir diziliş ve sistem biçiminde türibünlere yansımasından ibarettir aslında.
 
Tuğrul AKŞAR
NTV-MSNBC
 
21 Ağustos 2003—  Son günlerde futbol takımlarımızın oyun sistemleri ve dizilişlerine ilişkin, her maç öncesi ve sonrası yapılan eleştiri ve tartışmalara, bu sütunu paylaştığım arkadaşlarımdan sevgili dostum Nurullah Bakır’ın da, “3-5-2 mi 4-4-2 mi?” isimli yazısıyla katılması; benim de çoktandır yazmaya niyetlendiğim bir konunun kaleme alınmasına neden oldu.

   
 
       
    MSNBC News Galatasaray ve Manchester United örneği!
MSNBC News ''Zulümpiyat Stadı!''
MSNBC News Lorant'ın gönderilmesi sorunu çözer mi?
MSNBC News Fatih Terim'e Neler Oluyor?
MSNBC News Tuğrul Akşar'ın tüm yazıları
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Yeşil sahalar, her teknik adam ve takımın boy aynasıdırlar. İşte bu boy aynasında oluşan görüntü, sahada oynanan futbolun bir diziliş ve sistem biçiminde türibünlere yansımasından ibarettir aslında. Bir teknik adamın sahip olduğu vizyon ve futbol mentalitesi, doksan dakikalık süre içinde, sonuca hangi taktik ve düşünce ile ulaşmaya çalışacağını belirler. İşte bu kısa zaman sürecinde, teknik adamların oyun içinde, futbolcuların hangi mevkiide ve nasıl oynacaklarını, kollektif bütünlüğü sağlayacak şekilde bir disipline bağlama istek ve arzuları, futbolda diziliş ve sistemlerin de doğumlarına neden olmuştur.
       Futbolun daha hızlı gelişmesine ve daha da yaygınlaşmasına olanak sağlayan bu sistem ve diziliş biçimlerine ilişkin, iki bölüm olarak planlamış olduğum yazımın ilk bölümünde; olayın teorisi, tarihselliği ile ortaya çıkış nedenleri irdelenmeye çalışılmaktadır. İkinci bölümde ise bugün yaygın olarak uygulanan günümüz sistem ve dizilişlerinden üçlü ve dörtlü savunmayı anlatan 3-5-2 ve 4-4-2 sistemi ve bu dizilişlerin, birbirine olan üstünlükleri karşılaştırmalı olarak analiz edilecektir. Bu analiz sürecinde, oyun anlayışını belirleyen ve bir seçime yol açan tercihlerin felsefi temelleri üzerinde durulacak; bu sistemlerin Türkiye’de ve Dünya’daki uygulamaları değerlendirilecektir.
       Yazımızda, yeri geldiğinde günümüz futbol takımları ve özellikle ulusal takımlar bazında bazı pratiklere de, konunun somutlaştırılması açısından yer verilmeye çalışılacaktır. Bunu, daha çok teorinin hayata geçirilmesi olarak görüyorum. Bu anlamda teorinin pratiğe geçiriliş sürecinde, pratiğin de bir süre sonra futbolun teorisini oluşturduğunu gözlemlemek, bugünkü diziliş ve sistemlerin de anlaşılabilir ve uygulanabilirliği konularında, bize bazı ip uçları vermektedir.
       Aslında, yaşamın her alanında olduğu gibi futbolda da, teorinin pratiğe geçiriliş sürecinde, basmakalıp bir anlayış içinde hareket edilerek, “doğmatizm” tuzağına düşülmemesi gerektiği gibi; öte yandan, pratiği de illa ki teoriye de uydurma anlayışından da uzak durulmalıdır. Yani somut koşullar neyi gerektiriyorsa, sistemsel bütünlük içinde en uygun dizilişe ulaşılması, başarı adına kaçınılmaz bir zorunluluktur.
       Öncelikle sistem ve dizilişten ne anlıyoruz? Bu konuyu değerlendirmeye çalışalım.
       
FUTBOLDA SİSTEM VE DİZİLİŞ SORUNU
       
Her ne kadar yazımızın bütünlüğü içinde zaman zaman sistem ve diziliş kavramları iç içe geçmiş ve birbirlerini ikame edecek şekilde kullanılmışsa da; öz itibariyle sistem ve diziliş kavramları birbirlerinden farklıdır. Dizilişi bir stratejinin uygulanması sürecinde, hayata geçirilen taktiklerden herhangi birisi olarak görmek gerekir. Diziliş, daha önceden belirlenmiş bir oyun düzeni ve uygulanacak strateji içinde, oyuncuların sahada konumlandırılmasını anlatır.
       Bu anlamda diziliş, takımın amaca ulaşmada uygulayacağı taktik varyasyonların, hangi oyuncular tarafından, hangi mevkiide ve ne şekilde uygulanacağının belirlenmesi, bir görev karmaşasına neden olunmaması ve oyun disiplinin maç boyunca sürdürülebilmesine olanak sağlaması bakımından önemlidir. Daha doğrusu saha içi paylaşımları anlatmak bakımından her teknik adam bir dizilişe göre takımını sahaya plase eder.
       Diziliş esaslarına göre her oyuncu, görev alanı içinde, taktik oyun anlayışını uygulamaya çalışır. Bu anlamda diziliş, oyun stratejisinin başarıya ulaştırılmasında bir araçtır. Amaç ise, bu taktik varyasyonlarla, oyunun felsefesi ve mentalitesini oluşturan stratejinin hayata geçirilerek, oyunun kazanılmasıdır.
       
       Sistem ise, teknik adamın futbola bakış açısını, mentalitesini ve felsefesini uygulamaya yarayan, kullanabileceği tüm taktik araçları, daha önceden belirlenmiş oyun anlayış ve felsefesi doğrultusunda, en etkin bir şekilde kullanımına olanak veren ve çeşitli taktik varyasyonlardan oluşan bir değerler bütünüdür. Sistem sonuca giden ana yoldur, diziliş ise bu yolun sonuna ulaşılmasına olanak veren çeşitli ara sokaklardır.
       Sistem bir strateji gerektirir. Bu da, her takımın beklentilerine, içinde bulundukları duruma, teknik ve yönetsel anlayışa göre belirlenir, şekillenir. Yani bir takımın misyonu, vizyonunu belirler. Bu anlamda, futbol kulübünün vizyonu, uygulanacak strateji ve sistemi oluşturur. Bu nedenle çoğu büyük takımlar hep, kazanma odaklı strateji ve sistemler uygularlar. Bu anlayış kendini, sahada “egemen -hükümran oyun anlayışı”olarak gösterir.
       Bu anlayış ve sisteme göre, futbol takımı rakip takımın hangi diziliş ve strateji ile oynamasından daha çok, kendi oynayacağı strateji ve sistemle ilgilenir. Çünkü, bu mentalite ve strateji, oyunun gidişatında dominant bir rol üstlenerek, oyunu force eder, oyunun kontrol ve yönetimini elinde bulundurur.
       Karşı takım genellikle, rakibinin gücü karşısında, mahküm bir şekilde resesif oyun anlayışıyla oynamak zorunda kalır. Fatih Terim’in çoğu zaman, “biz oyunumuza bakarız, rakip kim olmuş bizi ilgilendirmez” şeklinde özetlediği “hükümran oyun anlayışı” ile; Lucescu’nun, Vatan Gazetesi’nde çıkan söyleşisinde, “Ben İtalya’da kazanmayı değil, kaybetmemeyi öğrendim” şeklindeki ifadesi, her iki teknik adamın birbirinden farklı oyun anlayışı ve sistemini teorik olarak özetlemektedir, bir bakıma.
       
       Diziliş ile sistem çoğu zaman iç içe geçerken, “Total futbol” örneğinde de olduğu gibi, açık bir dizilişten söz etmek pek mümkün değildir. Ama her hal ve karda yine her futbolcunun bulunmak zorunda olacağı bir mevkii olacaktır.
       Her futbol sisteminin ve dizilişinin bazen de olumsuz etkileri ortaya çıkabilmektedir. Daha doğrusu, bazı takımların kendi bünye ve oyuncu yapısına uygun olmayan sistem ve dizilişlerin, doğmatik bir şekilde uygulanmaya çalışılması, takımların ciddi başarısızlıklara uğramasına neden olmuştur. Örneğin, savunmadaki oyuncuları son derece yavaş ve kademe anlayışı gelişmemiş bir takımın, “tandem” oynayacağım diye tutturup, dörtlü savunmada ısrarcı olması, nasıl intiharsa; kanat oyuncularının hücum yetenek ve kapasiteleri sınırlı ve yetersiz olan bir takımın da, üçlü savunma yaparak, 3-5-2 oynamaya çalışması anlamsızdır.
       Sistem ve diziliş, bir vizyon olayı olmakla birlikte; bir futbol adamının, futbol sahasını enine üç eşit parçaya böldüğünde, bu alanlardan hangisinde oyunu yoğunlaştıracağı ve oynamaya çalışacağını kafasında netleştirip, şekillendirmesi; o teknik adamın/takımın sistemini ve diizilişini belirler.
       
FUTBOLDA SİSTEMLERİN VE DİZİLİŞLERİN TARİHSEL GELİŞİMİ
       
Bugünkü bildiğimiz ve izlediğimiz anlamda futbolun, 1863 yılında İngiltere’de Football Association(Futbol Federasyonu)un kurulmasıyla, ilk standartlarına ulaştığını ve bu standartizasyon sürecinde, çağdaş futbolun temel kurallarının da yavaş yavaş oluştuğunu görmekteyiz. Nitekim, takımların 11 oyuncuya indirilmesi (1870), oyun sahasının ölçülerinin değiştirilmesi ve topun elle oynanma yasağının getirilmesi, bu dönemde en önemli kural değişiklikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha sonraki en önemli değişiklik ise, 1925’te Ofsayt kurallarının değiştirilmesidir.
       Futbol ilk yıllarda, genellikle 2-8 şeklinde oynanmaktaydı. Bu dönemde tek hüner, paslaşmadan ve kafayla oynamaksızın, çalımla top sürerek, gol atmaktı.
       Futbolun tarihsel gelişim sürecini analiz ettiğimizde; ilk gelişim yıllarında futbolun genel karakteristiğini belirleyen başat faktör kendisini, “daha çok gol atma” anlayışında somutlaştırmıştır. Bu amaçla, daha fazla sayıda oyuncunun ileride konumlandırıldığını görmekteyiz. Zaman içinde olgunlaşmaya ve çağdaşlaşmaya başlayan futbolda ise bu karakteristiğik giderek tersine dönmüş ve “savunma güvenliği” ön plana çıkmıştır. “Daha az gol yeme”ye dayalı bir oyun anlayışı ve buna uygun dizilişler geliştirilmiştir.
       Nitekim, futbolun ilk yıllarında “orta saha” kavramı bulunmamaktaydı. Kişisel yeteneklerin yerini zaman içinde, takım oyununun aldığını ve savunmanın öneminin giderek arttığına tanık olmaktayız. Savunma güvenliğinin ön plana alınmasında kuşkusuz, bol gollü mağlubiyetlerin derin etkisi olmuştur. Bu amaçla takımlar, bir yandan defans bölgesindeki mevcut oyuncu sayısını arttırırken; diğer yandan da en iyi oyuncularını, maçı kazanmaya yönelik orta sahada oynatmaya çalışmışlar ve bu şekilde, günümüz futbolunun nüvesini oluşturan bir yapı da, yani ofansif santrhaf’ı ortaya çıkartmıştır. Böylece, hücumla savunma arasındaki bağın kurulmasına olanak sağlanmış ve ortaya 2-3-5 sistemi çıkmıştır.
       Bugüne kadar gelen sistem ve dizilişlere baktığımızda; ilk olarak karşımıza çıkan sistem: Hücum ağırlıklı, savunma ile orta saha arasındaki bağı ilk kez kuran ve bloklar arasında ilk kez koordinasyonun sağlanmaya çalışıldığı 2-3-5 sistemi olmuştur. Bu sistemi daha sonra WM sisteminin temelini oluşturacak olan ve savunma güvenliğinin biraz daha ön plana çıktığı 3-2-5 sistemi takip etmiş ancak, ömrü ne yazık ki uzun olmamıştır.
       Ofsayt kuralının değişmesini izleyen dönemde, modern futbolun ve sistemlerin öncüsü olarak görülebilecek ve ilk defa Arsenal’in menaceri Chapmann tarafından pratiğe geçirilerek uygulanan WM sisteminin 1930-1954 arası yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Çağdaş sistemlerin öncüsü olarak görülen bu sistemin saha içi dizilişinin WM şeklinde olması nedeniyle, sistem bu isimle anılmaya başlanmıştır. Bu sisteme göre geride defans M şeklinde kurgulanırken, orta saha ve forvet W şeklinde dizilmektedir.
       WM sistemiyle oynamakta olan İngilizlerin, 1953 yılında Wembley’de 6-3 gibi farklı bir skorla Macarlara yenilmeleri, bu sistemin de sonu olmuştur. Macarların çok başarılı bir şekilde uygulayarak, İngiltere’yi alt ettikleri MM sisteminin özü; santraforu ve iki iç açığı geri çekerek, sağ ve sol iç oyuncuları ileri sürmeye dayalıydı. (M şekli) rakamsal olarak ifade edersek, 3-3-4 şeklinde olan bu dizilişe göre, karşı savunmanın iki beki ileri çekilerek, santrafları markaj yapan bu beklerin arkasında oluşacak boşluklara, hızlı paslarla adam sarkıtarak, sağ ve sol iç oyuncuları hücuma kaldırmak ve sonuca gitmek amaçlanmaktaydı. Bu sistemden istenen başarıyı Macarlar, Puskaş, Czibor, Koçis ve Budai ile sağlamış ve futbolda yeni bir dönem başlamıştı. Ne var ki, bu sistem de daha sonra yerini Brezilyalıların iki stoperli 4-2-4 sistemine terk etti.
       
       İlk defa geride 4’lü bir savunma sistemini kuran Brezilyalılar, bu sistemleriyle, 1958 ve 1962 Dünya kupalarını evlerine götürme başarısına ulaştılar. Bu dizilişte, orta sahadaki 2 oyuncunun kontrol etmek zorunda oldukları orta alanın büyüklüğüne ek olarak, savunma ile hücum arasında sağlanması gereken bağlantının gerektirdiği yüksek fizik ve kondisyon, zaman içinde orta sahanın çökmesine yol açınca, otomatikman bu sistemin yerini, yine İngilizlerin Futbol Dünyası’na bir hediyeleri olan 4-3-3 sistemi aldı.
       Bugün de hala çok kullanılan 4-3-3 sistemiyle, 4-2-4 sisteminin orta sahadaki zorluğunu gidermeye yönelik olarak, ilerideki forvetlerden birisi orta sahaya çekilerek, orta alanın dengeli kontrolu sağlanmaya çalışıldı. Nitekim 1966 Dünya Kupası’nda, İngiltere’yi 4-3-3 oynatan, Sir Alf Ramsey, İngilizleri kendi evlerinde şampiyonluğa bu şekilde ulaştırdı. 4-2-4’e göre daha garantili bir orta saha ile takımların oynamasına olanak sağlayan bu sistem, bir süre sonra, günümüz katı defans anlayışının uygulandığı Catenaccio’nun yani, “Sürgü” sisteminin doğmasına da neden oldu.
       Catenaccio yani “Sürgü” sisteminin özelliği, karşı takımın forvetlerini ve orta sahayı yakından takip ve kontrol ederek, kilitleyip rakip takımı oynatmamaktır. Bu sistemde genel ve temel strateji: Kalabalık tutulan defans bloğuna, rakibi çekerek, kontrataklarla sonuca gitmektir. Oynamaya değil, oynatmamaya yönelik bu oyun stratejisine, İtalyanlar 1982’de hücum organizasyonu ekleyerek Dünya Kupasını alma başarısı gösterdiler. Estetikten uzak ve son derece sıkıcı olmasına karşın, İtalyanlar yıllarca bu sistemi başarıyla uygulayarak, şampiyonluklara ulaşmışlardır.
       
       İtalyanların Catenaccio sistemi bazı takımlara yeterli gelmemiş olacak ki, bazı teknik adamlar defans hattını daha da sağlamlaştırarak, savunmaya dayalı bir başka sistemi, “Beton Sistemi”ni belirli bir süre denediler. Özellikle deplasman takımlarının yaygın oynadığı bu sistemde; savunmaya ek olarak, forvetlerden birisi de defansta yer alarak, savunmaya yardım etmekteydi. Aşırı defansif ve son derece estetikten uzak, oynatmamaya yönelik bu oyun sisteminin, futbolun güzelliklerini örtüyor olması, bir süre sonra, tam da bu sisteme yüz seksen derece zıt, bir başka sistemin 1974’te Hollanda’da doğmasına yol açtı.
       1970’li yılların başından itibaren futbola damgasını vuran yeni bir gelişme yaşanıyordu. Bu sistem adeta şimdiye kadar ki sistemlerden nitelik, felsefe ve anlayış olarak çok farklıydı. Futbol dünyasında bir devrim olarak algılanan ve öz olarak “toplu hucum, toplu müdafa” konseptiyle hareket eden, “Total Futbol” sisteminde, tüm oyuncuların hücum ve savunma yapmak gerekliliğinde olmaları, futbolda tüm mevkii ve oyunculara bakış açısının değişmesine neden oldu. Bu sistemin pratiğe geçirilmesinde, tüm oyuncuların hem hücum hem de savunma yapacak olmaları, oyuncularda yüksek kondisyon, fizik ve hız gerektirmekteydi.
       Aslında günümüz 3-5-2 veya 4-4-2 sisteminde olduğu gibi kanat oyuncularında olması gereken özellikler, bu sistemin olmazsa olmazıydı. Bu sistemin pratiğe geçirilmesiyle, Ajax 1972 ve 1973’te Şampiyon Kulüpler kupası’nı kazanırken, Avrupa’da bir fırtına gibi esmekteydi. Aynı sistemle Hollanda Milli Takımı’da 1974 Dünya Kupası’nda finale kadar yükseldi.
       Bu sistem futbolun daha hızlı ve güçlü oynanmasını zorunlu kılmaktaydı. Total futbol ile agresif ve topyekün mücadelenin tekrar sahalara geri dönmesi, kanatların önemini bir kat daha arttırdı. Ancak, Total Futbol’de olması gereken yüksek fizik ve kondisyonun maç boyunca devam ettirilmesinin zorluğu ve bu dayanıklılığı gösterecek özellikte yeterli futbolcunun bulunamayışı, bu sistemin Avrupa ülkelerinde cazibesini zaman içinde yitirmesine neden oldu.
       Teknik adamlar, total futbolun uzun soluklu olamayacağını görünce, saha içi görev dağılımı ile dizilişin daha belirgin ve görev tanımlarının daha keskin çizgilerle ayrılabileceği, sadece gol atmanın değil; gol yememenin de önemli olduğu bir sistemin arayışına girdiler.
       Aslında geride dörtlü savunma yapan 4-3-3 sistemindeki takımlarda, ileride oynayan oyunculardan birisi, ortaya çekilebilir ve bu şekilde orta saha daha da güçlendirilebilirdi. İşte bu düşünce sonunda ortaya 4-4-2 sistemi çıktı. İlk zamanlar bu sistem, kupa maçlarının deplasman ayağında ve takımlar arasında dengenin aleyhte olduğu zamanlarda kullanılmak üzere düşünülmüştü. Ne var ki, Luis Felipe Scolari ve daha sonrasında da İtalyan Capello’nun ciddi katkıları, sistemi defans ağırlıklı, basit bir sistem olmaktan çıkarttı.
       
       1980 Dünya Kupası’nda takımlar genellikle 4-4-2 dizilişi ile oynadılar. Bu sistemde dengenin defans ile orta sahaya eşit oranlarda dağılmış olması, “gol atamıyorsan, hiç olmazsa gol de yeme” anlayışının gelişmesine neden oldu. Bu sistemde güçlü bir orta saha ve defans blokunun oluşu, gol yemeyi giderek zorlaştırıcı bir etken olmuştur. 1994 Dünya Kupası’nda da bu sistem ile oynayan Brezilya kupayı dördüncü kez kazanma başarısı gösterebilmiştir.
       4-4-2 sistemini uygulayan futbol takımlarının riskten uzak ve çok temkinli oyun anlayışları ile oyuncuların çoğunun orta saha ve defansta konumlandırılmış olmaları nedeniyle, takımın ağırlık merkezinin defans blokuna doğru kayması; daha az gollü can sıkıcı maçların oynanmasına sebep oldu. Uzun süre insanlar ofansif ve göze hoş gelen futbolun arayışına girdiler. İşte bu durumu gören Sepp Piontek, defanstan bir oyuncuyu orta sahaya çekerek, kanatlardan saldırganlığı teşvik edip, türibünlere heyecan verecek yeni bir modeli, 3-5-2 sistemini Danimarka’da geliştirdi. Piontek bu sistemle, defanstan tasarruf edilen bir oyuncuyu, orta sahada görevlendirerek, ofans yönü ağır basan ve golü düşünen, hücum gücü yüksek bir dizilişin de babası olmuş oldu.
       Sistem ve dizilişleri iyi analiz ettiğimizde görüyoruz ki; tüm sistemler, ilk olarak savunma amacıyla oluşturulmuşlar ve rakibi oynatmamaya yönelik kurgulanmışlardır. Ancak, futbolun zamanla giderek endüstrileşip, show business haline gelmesi, gol atmanın önemini ortaya çıkartmış, bu nedenle göze hoş gelmeyen sistemlerden bazıları ya yok olup gitmişler ya da 4-3-3, 4-4-2 ve 3-5-2 sistemlerinde olduğu gibi evrim geçirerek günümüze kadar gelebilme şansına sahip olmuşlardır.
       
       Yazımızın ilk bölümünün sonuna gelmiş bulunuyoruz. İkinci bölümde 4-4-2 ve 3-5-2 sistemlerini, her yönüyle Türkiye örneğinden de hareketle değerlendireceğiz.
       
 
 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları
Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın
Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları