Home page

Haber Menüsü


Yazara mail atmak için resmin üzerine tıklayın.
 
Mircea Lucescu: Bir başka dünyanın entellektüeli!
 
Futbol ile entellektüel kavramları birbirleriyle ne kadar örtüşür bilemiyorum ama bu iki kavramı bir potada eritip, işin felsefi boyutunu yeşil sahalara, büyük bir ağırbaşlılık ve sükunetle taşıyan bir insan, sıradan birisi olmamalı, diye düşünüyorum.
 
Tuğrul AKŞAR
NTV-MSNBC
 
19 Haziran 2003—  Bu tavır ve davranışı, korkaklık hamuruyla yoğurup, pısırıklıkla özdeşleştirmeye çalışan sığ ve sıradan bir anlayışın, ne yazık ki zaman zaman medyada da kendisine payanda bulması, düşünsel vicdanı sızlatmaktadır çoğu zaman. “Sözün gümüş, sükutun altın olduğu” kültürümüzde, suskunluk ve sessizlik, genel anlamda bir erdem ve olgunluk olarak algılanırken; bazen de mağduriyetin bir ifade biçimi olarak değerlendirilir, yaşayan kültürümüzde. Ne var ki, üzerinde durduğumuz bu kavramlar, futbol sözkonusu olduğunda, ortada ne erdem, ne de olgunluk kalır. Bir kadir bilmezlik, kendiliğinden fidan vermeye başlar, üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada.

   
 
       
    MSNBC News Galatasaray ve Manchester United örneği!
MSNBC News ''Zulümpiyat Stadı!''
MSNBC News Lorant'ın gönderilmesi sorunu çözer mi?
MSNBC News Fatih Terim'e Neler Oluyor?
MSNBC News Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi ya da Güneş'in Çocukları...
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Bunları neden mi yazıyorum? Mircea Lucescu’nun, oyun anlayışını, taktik ve sitemini ister beğenelim, ister beğenmeyelim; isterse giyim kuşamını eleştirelim, saçına, başına dil uzatalım, sonuçta Lucescu Türkiye’de üçüncü yıldır, futbolumuza damgasını vuruyor, tartışılmaz başarılara imza atıyor.
       Bu satırların yazarı olarak, benim de zaman zaman eleştiride bulunmaktan kaçınmadığım, günümüzde show-business haline gelmiş futbolun, estetik yönünden daha çok realistiğine inanan ve buna göre taktik ve oyun anlayışı ile sistemini şekillendiren bir insan olarak gördüğüm Lucescu, ulaşmak istediği hedeflerine ulaşıyor ve somut olarak da başarılarını tescil ettiriyorsa, aslında eleştirilerimiz boş bir tartışmadan öteye gitmeyen, bir tatmin aracı mıdır yoksa?
       Aslolan varılmak istenen yere ulaşmaksa, Lucescu, bunu hem Galatasaray’da hem de Beşiktaş’ta başarmış nadir teknik adamlardan birisidir oysa. Futbolda, tarih şampiyonlukları yazar, istatistik de bunları tescil eder her zaman. Olayın nedeni, biçimi ve gerçekleştirilme şekli ise sosyolojik bir yorumdan ibarettir aslında.
       Yazımızdan da anlaşılacağı üzere, ben Mircea Lucescu’nun bir teknik, taktik eleştirisine girmeyeceğim. Zaten bu konuda, yine bu sütunlardan başlamak üzere, tüm medyamızda yoğun bir eleştiri ve Terim’le kıyaslama üzerine engin yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Bu yorumlar içinde, sevgili dostum Nurullah Bakır’ın “Lucescu, şampiyonluk ve gelecek” ile yine okur yazarlarımızdan sevgili Gökhan Doğan’ın, “Lucescu-Terim” isimli sitemsel, teknik ve taktik yönden doyurucu ve özlü analizlerine, bu platformda bakılabilir. Ben, M.Lucescu’nun, gözardı edilen entellektüel ve insan yönüne ilişkin, düşünsel gözlemlerimi paylaşmak istiyorum sizlerle.
       
       2001-2002 sezonunu Galatasaray, Fenerbahçe’nin önünde şampiyon olarak bitirip de, “yüzbaşı”lığa terfi ettikten sonra; komutan Lucescu ve şampiyonluğa çok büyük emekleri geçmiş başta Perez, Victoria, Capone gibi futbolcular, sert esen şampiyonluk rüzgarı ile dörtbir yana savruldular. Bu rüzgar Galatasaray’da, bir bilge adamı, bir futbol filozofu olan Lucescu’yu da Galatasaray’dan koparıp, Beşiktaş’a doğru aldı götürdü.
       Aslında, sezonun en farklı, en iyi oyunu oynayarak, son Yozgat maçını 5-0 gibi bir skorla kazanan Galatasaray’ı, Ali Sami Yen’in yıllara yenik düşmüş, yaşlı ve yorgun türibünlerinden izleyen taraftarın bir yanı, şampiyonluğun verdiği mutluluk sarhoşluğunda boğulurken; diğer tarafı da sonu hüzünlü bir ayrılıkla bitecek bir galibiyetin verdiği buruk bir sevinci yaşamaktaydı. Çünkü, biliyorlardı ki, bu maç, Luce’nin Galatasaray’ın başındaki son maçıydı. Lucescu, tıpkı Beşiktaş’ın bu sezon son maçında olduğu gibi, tadı damaklarda kalan bir bir futbol resitali sunmuştu o maçta da. Ve tribünlerden, kulakları sağır edercesine bir “I love you Luce” tezahüratı yükselmekteydi. Lucescu, takıma ve taraftara çok şey vermişti. Tribündeki adam bunun farkındaydı. Türibünlerin isyanını tek bastıran şey, İmparator Terim’in geri dönüşüydü.
       
       Biz, Luce’nin kaderinin belki de dönüm noktası olan İtalya günlerinden işe başlayalım. Takvimlerin 21 Mart 1999’u gösterdiği gün İtalya’da İnter, düşmeme mücadelesi veren Sampdoria’dan dört gol yiyip de, medyanın eleştirileri tahammül edilemez boyutlara ulaşınca, Lucescu görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Daha sonradan belki de kariyerinin en parlak günlerine yapacağı yolculuğun, bu kadar başarılı ve renkli geçebileceğini; yokluklar içinde, mütevazi bir kadro ve bütçe ile Galatasaray’da büyük başarılara imza atabileceğini ve daha sonra da çok sevdiği Galatasaray’ından koparılıp, ezeli rakip Beşiktaş’a Avrupa’da çeyrek final, Türkiye’de ise lig şampiyonluğu yaşatabileceğini nereden bilebilirdi ki?
       İşte İnter’in, Sampdoria’dan aldığı ağır mağlubiyet, bir yerde Lucescu’nun kaderini de değiştiren bir dönüm noktası olmuştu. Bu mağlubiyet ile Lucescu için İtalya, bir son olurken; aynı dönemde bir Türk hoca, Fatih Terim için de, Fierontina ve sonrası Milan, İtalya’da yarım kalacak bir maceranın başlangıcı oluyordu.
       
       Lucescu, Avrupa’da UEFA kupası kazanmış bir takımın başına gelebilme cesaretini gösterebilen ve hiç bir kompleks içine girmeksizin, sadece görevini yerine getirme anlayışında olan bir hoca olarak Türkiye’ye ilk ayak bastığında; aslında Türk medyasının da, İtalyan medyasından çok da farklı olmadığını, kendisine sorulan sorulardan hemen kavrayabilmişti.
       TV ekranlarından görüp, işittiğim, gazetecilerin kendisine ilk sordukları soru ve bu soruya verdiği yanıt hala belleğimde saklı. “Fatih Terim’in oyun sistemi ile mi oynayacaksınız?” diye sormuşlardı. Dört yıl üst üste şampiyon olmuş, UEFA Kupası’nı kazanmış bir takımın oyun sisteminin değiştirilmesi herhalde beklenilmezdi. Lucescu’nun yanıtı, tabii ki ne olabilirdi? Ama Lucescu, daha ilk günden tarihsel sürecin gelişimine kendi damgasını vuracak yanıtı vermekte hiç tereddüt bile etmedi. “Hayır, Galatasaray’ın oyun sistemini, artık, herkes biliyor. Bu sistemi değiştireceğiz. Biz daha farklı oynayacağız” diyerek, daha ilk günden gazetecileri şaşırtmıştı. Ama hiç bir zaman, buna Beşiktaş’ın şampiyonluğu da dahil olmak üzere bir gün çıkıp da, Fatih Terim aleyhinde, -o kadar yem ve tuzak soruya ve tahrike karşın- Lucescu, tek olumsuz sözcük söylemedi; aksine meslektaşını yüceltti, onore etti. Aynı şeyi, Terim’de görme olanağını bulamadık ne yazık ki.
       
       Lucescu’nun teknik yaşamında, geçmişte flash sayılabilecek başarılarına tanık olamasak da; UEFA Kupası’nı kazanarak, çıtayı yükseğe çıkarmış ve camiası daha büyük başarılara odaklanmış bir takıma, hem de UEFA Kupası apoletli ve efsane olmuş bir hocanın yerine geçmek üzere, üstelikte sürekli performansının bir önceki teknik adamla kıyaslanarak, yıpranma ve hedef tahtası olma olasılığının çok da yüksek olduğu, başarısız olma lüksünün hiç bulunmadığı, bilişim alanını olumsuz etkileyebilecek bir ortama, ayak basmanın bilincinde, yeni bir teknik adam olarak, performansı bu düzeyden aşağıya çekmeden ve daha yükseklere taşıyabilme adına, özgüven ve cesaret sergileyip, böylesi bir riske katlanıp; Galatasaray’ın başına geçmesi, gerçekten her teknik adamın harcı değildir.
       Hele futbol dünyasının kurtlar sofrası olduğunu düşünürsek, bu son derece riski yüksek bir tercih olmuştur Lucescu için. Lucescu bu bilinç içerisinde, sürekli Fatih Terim ile kıyaslanıp duracağını biliyordu ve nitekim de hep öyle oldu. Hatta ilk yıllarında Galatasaray’da aldığı başarılar, hep Terim’in mirasının bir eseri olarak görüldü. O ise buna hiç alınmadı. İşinin gereği, Terim’in dörtlü savunmasını bozmadan, takımın iskeletini çok da değiştirmeden, sessiz sedasız yoluna devam etti. Asıl olan başarının elde edilmesiydi ve bu yolda hiç kimsenin de önüne kırmızı halı sermeyeceğinin bilincinde yoluna devam etti. Ne sembollere, ne bu sembollerden oluşan imajlara hiç mi hiç takılmadı. Hatta kendisinin o dönem giyim ve kuşamına dil uzatıp, kendisini çeri başı ilan eden medyaya bile aldırmadı. O sadece çalışkan bir görev adamı olarak, doğru bildiği yolda yoluna devam etti. Beklenti ve imaj peşinde koşan medya, maalesef, onun ne beş dil bildiğinden, ne koltuğunun altında taşıdığı gündelik Fransızca ve İtalyanca gazetelerden, ne de Türk ve Osmanlı tarihinden okuduğu kitaplardan hiç mi hiç haberi olmadı.
       
       Lucescu, Galatasaray’a geldiğinde kendi ifadesiyle; “saldırgan bir oyun zihniyetini karşısında buldu. Futbolcularının bireysel marifetleri yüksekti. Galatasaray’a kollektivite, ortaklık ruhu bağlamında katkıda bulunmaya çalıştı. Oyuncuların zekalarına hitap edip; agresiflik zihniyetine, organize sabrı eklemeye çalıştı hep.” Ve gerçekten Lucescu, ikinci yıl, dağılan Galatasaray’dan kalanlarla, çok mütevazı ve dar bir bütçe ile, çok iyi örgütlenmiş bir takım yaratmayı başarabildi. Yine bu yıl Beşiktaş’ı da baştan yaratıp, şampiyonluğa taşıyarak, herkese bu başarının bir tesadüfi olmadığını da göstermiş oldu.
       Aslında Lucescu’nun buna ihtiyacı da yoktu ama ne de olsa, Lucescu eleştirmenlerine göre Lucescu: Galatasaray’da hep belirli bir iskelet ve mentalite ile Terim’in mirasını çar çur etmeden, akıllıca kullanarak, bu başarılara ulaşabilmiş “yaratıcı olmayan” bir teknik adamdı. İşte Galatasaray’dan sonra Beşiktaş’ta gösterdiği performans ve ulaştığı başarı, bu anlamda çok da önemli bir hale gelmiştir.
       
       Her ne kadar, kendi ifadesiyle “Galatasaray’da yapacağı daha çok iş var” idiyse de, Galatasaray’dan kopartılıp Beşiktaşa gitme sürecinde, Lucescu asla bir “intikam duygusu”nu, üstelik medyanın her türlü dolduruş ve gazına rağmen içinde yaşatmadı. Ona göre “intikam duygusu, onur ve haysiyet sahibi insanlara, yani kendisine yakışmaz”dı. Yine, kendi anlayışına göre, “İşini yaparken, kimseye kin tutamayacağını, nefretle yaşayamayacağını; aksi halde gözünün önüne bir perde inebileceğini ve doğruları göremeyeceğini” (Vatan, 27 Mayıs 2003) ifade eden Lucescu, genel kültürümüzde hiç te alışık olmadığımız bir şekilde Galatasaray’dan kopartılışını da şöyle açıklıyordu:
       “Galatasaray’ın bana karşı davranışını normal buluyorum. Bir başka yeniliğe, bir başka heyecana gereksinim duymuş olabilirler. Fatih Terim ile anlaşmalarını da çok doğal karşılıyorum...Terim’e böyle bir takım bıraktığım için gurur duyuyorum. O da bana iki yıl önce şampiyon bir takım emanet etmişti.” (Hürriyet, 19 Mayıs 2002)
       
       Sürekli kendisine atfedilen “Son İmparator” titrinden hep rahatsız oldu. Gazetecilere her zaman, “İmparator olmak değil, iyi teknik direktör olmak istiyorum” diyerek, medyanın çok istediği ratingi getirecek, Terim’le çatışmayı tetikleyecek, tuzak yaklaşımlardan hep uzak durdu. Medyanın bu tür yakıştırma ve kıyaslamaları karşısında, “İmparator Terim’dir. Ben bir futbol işçisiyim. Bence Fatih Terim sakin olabilir. İmparator o. Çünkü Türk futbolu ve Galatasaray için çok şey yaptı. Ben o seviyeye gelemedim.” (Vatan, 01 Haziran 2003) diyerek, doğup büyüdüğü kültürün etkisiyle alçak gönüllülüğünü bizlere örnek olacak şekilde bir kez daha sergiledi ve sürekli Terim’le kendisini çatışma içine çekmeye çalışan medyaya da tam da kendi kültür ve entellektüel birikimine uygun bir mesajı da bu şekilde vermiş oldu.
       
       Gösteriş meraklısı, medyatik teknik adam rolüne hiç bir zaman soyunmadı. Gerçek anlamda, içinden geldiği gibi davrandı. Bazen şefkatli bir baba gibi, oyun sonrası röportaj yapan terli oyuncusunun omuzuna paltosunu koydu, bazen hata yapan oyuncusunu babacan sevecenliğinde uyardı. Asla kin tutmadı, hatasında ısrarcı olmadı. sakinliğini ve sukünetini hiç yitirmeden, nasıl sabırlı ve temkinli olunabileceğini tüm oyuncularına ve teknik adamlara gösterdi. Aldığı kültürün ve dünya görüşünün etkisiyle, her zaman demokratik merkeziyetçi bir anlayışla, takımını sevk ve idare etti. Ne demokratik yaklaşımının suiistimal edilmesine izin verdi ne de ilke, tavır ve sisteminden vazgeçti. Uysal görünümün altında, aslında son derece bilge ve entellektüel bir kişilik yatmaktaydı.
       
       Günümüzde metalaşıp, bir endüstri haline gelen futbolda, profesyonelliğin doğmasıyla birlikte, futbol duygularımızın giderek köreldiği ya da yokolmaya yüz tuttuğu bir ortamda, Lucescu bize yine davranışsal anlamda bir etik ve soyluluk dersi de vermiştir aynı zamanda. Yani, “...şimdi ‘business’e, iş hayatına dönüşen futbolda, artık nezaket duvarlarının bir bir yıkıldığı bir ortamda Lucescu’nun başına gelen olay, herhalde dünyada çok az futbol adamı tarafından yaşanmıştır. O kopma anında bile ders saklıdır: Lucescu, göreve devam ettirilmeyeceğini öğrenince, ‘bırakın ben istifa edeyim Böylece tazminat ödemekten de kurtulursunuz’ diyebilmiştir. Şimdi eğri oturup, doğru konuşalım... Lucescu’yu korkaklıkla, bezirganlıkla eleştirip, daha da ileri giderek ‘Rumen çingenesi’ diye sıfatlar uyduranlar, acaba bir milyon dolara mal olan bu soyluluğu görebilirler mi? Kaç teknik adam, böyle bir ortamda aynı davranışı sergileyebilir” (Atilla Gökçe, Milliyet, 8 mayıs 2002)
       
       Yazımızın sonuna gelirken, Lucescu’yu, bir “futbol dahisi” olarak göremeyebilirsiniz. Savunma güvenliği ve kontrolünü elden bırakmayan, riske girmeyen, dengeli futbol anlayışını, korkaklık ve hatta pasiflikle suçlayabilirsiniz. Oynattığı futboldan zevk almayabilir, estetikten yoksun bulabilirsiniz.
       Hatta, geçmişte ülkemizde tanık olduğumuz Derwall, Feldkamp ya da dünya da halen faal olan teknik adamlardan Capello, Scolari gibi kendi ekolünü yaratmış hocalarda olduğu gibi futbol zamanına damgasını vuramamış, mükemmel olmayan birisi olarak da görebilirsiniz.
       Ve hatta “devrimci futbol anlayışı” ile oynattığı futbolla ülkemize UEFA’yı getirmiş, efsane hoca Fatih Terim ile aynı kefeye de koymayabilirsiniz. Ama ortada bir gerçek var ki, bu gerçek; geçmişte Galatasaray’da, şimdi de Beşiktaş’ta ulaştığı başarıların, tarihin ve istatistiğin altın sayfalarına kaydedilmiş olduğu gerçeğidir.
       İşte bu gerçekleri yatsıyamazsınız. Lucescu, mümkün olan en güvenli yönden başarıya ulaşmaya çalışan, bu amaçla fazla risk üstlenmeyen, bu nedenle de “azgın hırslarından, şişkin bir egodan, en çok da mesnetsiz iddiadan kendini soyutlamış”(Oray Eğin, Radikal, 1 Aralık 2002) bir teknik adamdır.
       
 
 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları
Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın
Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları