|
Assosu bilenler, Bozcaadayı bilenlerden daha çoktur eminim; üstelik de bu yazı, uzunca bir seyahatnamenin girizgâhı olmadığına göre tatilimin Assos kısmını çabuk geçiyorum. Lakin, bir dönem Venediklilerle Cenevizlileri birbirine düşürmüş, tarihe geçecek bir cinlikle/hinlikle Troyaya pusu kuran Yunanlılara yataklık etmiş, Homerosun İlyadasına konukluk, Piri Reisin tayfasına konukseverlik etmiş güzel ada, Bozcaadaya birkaç satır fazla ayırmazsam olmaz! Kısaca şunu söyleyeyim: Türkiyenin Gökçeada ve Marmara Adasından sonraki bu en büyük fakat hâlâ bâkir kalabilmiş adasına, henüz gitmemiş/gidememiş olanınız varsa ve üşengeçliğiniz merakınıza mütemadiyen ağır basmaya devam edecekse sizin için üzgünüm. Yine de iyilik ben de kalsın! Size, gazeteci/yazar/akademisyen ve televizyoncu Haluk Şahinin 14 yıl önce ilk kez gidip bir daha hiçbir zaman tamamen terk edemediği Bozcaadayı, 5000 yıl öncesinden alıp her yönüyle anlatarak günümüze kadar getirdiği o güzel kitabını (Bozcaada Kitabı 2002 - Troya Yayıncılık) salık vereyim. Bir okusanız, zaten dayanamaz, siz de atlar gidersiniz. Ne diyorduk? Marmaradan Egeye doğru akan deniz, Dardanele ulaşınca öyle bir kuvvet kazanıyor ki, İstanbul yorgunu her tatilcinin üzerinde oralarda kal baskısı kurarak onu iyiden iyiye Egeye itiyor sanki. Ben de denize, tuza, rüzgara ve kuma bulana bulana tatilin keyfini çatarken, TVsiz günlere bir süre dayanabildim ama, gazetesiz edemedim. Beşinci, altıncı güne geldiğimde, fırın önlerinde sıcak ekmek bekler gibi, her sabah aynı bayiinin önünde gemiden çıkıp gelecek gazeteleri bekler oldum. Topu topu 8-10 günlük arada ne çok şey sığdı spor ajandamıza? Ben tatile çıkarken yanıma aldığım, Vivet Kanettinin Koş Süreyya Koş (Gendaş Yayıncılık) kitabını (Süreyyanın mücadelesini merak ettiğim için okumak istiyordum ama, daha ziyade tüm kadınlarımızın Türkiye gerçeğindeki mücadelesini Vivet Hanımın kaleminden okumuş oldum; olsun... ) bir solukta henüz bitirmiştim ki o, yani Golden Kızımız Süreyya da, Golden League serisinden bir etabı, Belçika ayağını, en yakın rakibine 3 küsur saniye fark atarak ve yılın en iyi derecesini yaparak bitiriyordu. O Süreyya ki, yıllar önce, ortaokul sıralarında Ben göremesem de, sen bir gün çok iyi bir sporcu olacaksın. Ben buna inanıyorum diyen babaannesi tarafından, yani ta o zamandan bir Reşat altın ile ödüllendirilmiş. (Gerçekten de görememiş... Babaanne Ayhan, torununa olan inancını belgelemek istediği o olaydan bir yıl sonra Anadoluda bir köyde bu dünya ile helâlleşmiş.) Ben de herkes gibi çok sevmeye başladım Süreyyayı. Ama bir korkum var: Yakında, onun da çeşitli reklamlarda boy göstermesinden korkuyorum. Şimdilik Celal Doğanın ev ve sonra da Eve yayan gidecek değil ya esprisiyle süsleyerek verdiği arabayı, vesaireyi takip ediyorum basından. Bunlara sözüm yok. (Gerçi burada da kimin kimi reklamsal ödüllendirmeye tâbi tutmakta olduğu biraz karışmakta ya neyse) Ama, ya Süreyya da 12 Dev Adam(lar) gibi yakında Aysell, vaysell türü markalara peşkeş çekilmeye razı edilirse..? O da, mesela bir zenci atletle yan yana getirilip bir süpermarket çılgınlığında buuda heeyşey vaa mı? diye dolanarak öylesi bir tüketim repliğini kendine reva görürse? Yarışlar kazanılırken, ne o reklamlar rahatsız ediyor insanı, ne de o reklamlar sayesinde bir sporcunun (hele Süreyya gibi yokluktan fışkıran bir sporcunun) kazandığı paralar... Ama nasıl desem, bir milli müsabaka kaybedilince normalden iki-üç kat daha bir tuhaf oluyorum gözüme sokulan her reklamda. Örneğin 12 Dev Adam ı U.S.A.ya eski günlerin aksine, dualar yerine U-A!larla uğurlamamız bir yönüyle çağdaşlık ya da en azından çağın raconuna uyum gibi algılanabilir belki, ama yine de reklam konusunda işin cılkı çıkıyor gibi geliyor bana. Hele 12 Dev Adamın oradaki performansını gördükten sonra... Diyeceksiniz ki: Be adam, bu iş bütün dünyada böyle, sana ne!. Artık, özellikle de popüler spor dallarında kişiler/takımlar yerine markalar yarışıyor diye buna kayıtsız şartsız boyun eğmek zorunda olmak niye? Bir mankenin çıkıp sahaya/piste gol atmasını, 1500 metreyi iyi koşmasını beklemek abes oluyor da, bir sporcunun 3-5 dakikalık rolünü manken/artist gibi, evet evet artist gibi oynadığını gördüğümde yadırgamak niye abes olsun ki? Çünkü efendim, kapitalist dünyada sporun yeni düzeni böyle..! Hadi canım siz de..! David Beckham, WC 2002de Arjantine karşı kullandığı o penaltıyı kaçırsaydı görürdüm ben o dünyayı! O zaman erkek ojesi satışları yine de patlar mıydı İngilterede..? Yok, eğer bu işleri olduğu gibi algılayıp hep sorgusuz sualsiz davranacaksak, o vakit, bu şampiyonalara katılmak önemli, kazanmak değil... diyelim, oturalım aşağı. Hatta son üç ayda 2 futbol + 3 basketbol, toplam 5 maçta boyun eğdiğimiz Brezilyayla kendimizi ve hatta Lübnan ile Angola basket milli takımlarını bir tutalım o zaman. Tersi olunca da sokaklara dökülmek yok ama ! Bir de Hakan Şükür olayı patlak verdi ben tatildeyken. Başlı başına bir yazı konusudur bu hazin patlangaç ama, şimdilik birkaç cümle ile geçiştireyim. Bir-iki gün boyunca düşündüm durdum. Orada, burada (özellikle de burada) ona, buna kısaca cümle âleme bir dolu gol atmışlığı malum Hakanın henüz resmen emekliliğe ayrılmamış olduğu halde, Galatasaraydan da veto yemesi doğru mudur, değil midir diye... Gönül rahatlığıyla bir yol bulup çıkamadım bu sorunun içinden. Belki bir sonraki yazıda, uzun uzadıya bir muhasebe yapar, birlikte çıkarız işin içinden. Belki siz bu satırları okurken, ben o yazıya başlamış olurum bile... | ||||
|
|||||||
Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||