|
Daum ve Lorant gibi antrenörler, Almanların Türkleri iyi tanıyor olma avantajını hem iyi kullanıyorlar, hem de kimse kusura bakmasın ama, kötüye kullanıyorlar gibime geliyor... Daumu, İstiklal marşımızın söylendiği ortamlarda yarım yamalak ağzını oynatırken gördükçe ve her fırsatta ben Türkiyeyi çok seviyorum dedikçe daha bir kuşkulanıyordum. Sık sık deklare etmeye gerek duyduğu Türkiye sevgisi ile 40 yıllık mazlum ruhlarımıza damardan girdiğini seziyor, yine de iyi niyetle onu anlamaya çalışıyordum. Yahu! bir Alman, bir sistemler ülkesinin vatandaşı, emekliliğini ya da tatilini geçirmeye gelmediği, aksine bir görev hem de ateşten gömlek giydiği bir görev için geldiği bu ülkeyi niye sever? diye kendi kendime sorup duruyordum. O kadar çok seviyorsa, neden ilk kez geldiğinde, ona ihtiyaç duyulduğu dönemde Beşiktaşı bırakıp gitmişti ve neden Almanyada işler sarpa sardığında çağrılana kadar gelmeyi düşünmemişti? Para için gelmedim, bu ülkeyi çok sevdiğim ve Serdar benim dostum olduğu için geldim diyen aynı Daumun karşısına başka bir Türk dostu çıksa (üstelik önem vermediği(!) parayı da verse) ve gel bizim takımın başına geç dese; ama bizim takım, 3 Büyüklerden biri olmasa, doğrusu Daumun vereceği cevabı, önce o cin gözlerinden okumayı çok isterdim. Bir ara Daum, yine başka bir damardan giriş yaparak, Hacı olmak istiyorum! bile dedi. Günahım boynuma ama, bence o da gönülden gelen bir dilekten ziyade, düşünülüp taşınılmış (yani çalışılmış) bir söz, bir girişimdi. Bir başka Alman, Lorant da sanki buraya gelmeden önce Fenerbahçe takımının özelliğinden, rakiplerinin zayıf noktalarından çok, camianın ve bu cennetin boşluklarını iyi çalışmış gibime geliyor. Mustafa Denizlinin sarı-lacivert camiadan gönderilirken dile getirilen en büyük günahının(!), görünüşündeki ruhsuzluk, az konuşuyor olmak ve maç sırasında şov yapmıyor olmak olduğunu hatırlayınca, Lorantın maç içindeki ateşli tavır ve mimiklerinden de ister istemez huylanıyorum. Diyeceksiniz ki Lorant, Almanyadayken de agresif antrenör portresi çiziyordu. Yani, Mustafa Denizli, yardımcı Antrenör Oğuz Çetinle iyi geçiniyor olsaydı ya da camia bundan rahatsızlık duymuyor olsaydı, yine de Lorant, FBnin başında henüz sahaya çıktığı ilk maçlarda atılan gol(ler)den sonra Oğuza dönüp 40 yıllık dostmuş gibi, yankee selamı verip onunla sarmaş dolaş olur muydu sizce? Külahım da yok ki buyrun, ona anlatın diyeyim! Lorant, işi daha da ileriye götürerek, ligin bitmesine az bir süre kala yani şampiyonluk yarışındaki ümitler yerini yavaş yavaş ikincilik ümitlerine bırakınca, takımı devraldığı kişiye, bir önceki sezonun Şampiyon Hocasına, daha uzunlamasına dil uzatmaktan medet umarak puan toplamaya kalkıştı. Bereket, Mustafa Hoca, Fatih Terim gibi davranmadı. (İmparator bile bu alemde geldiği yer konusunda inkar edemeyeceği bir şeyler borçlu olduğu camiaya, güya kendini savunmak amacıyla taa İtalyalardan yetişip tele-saldırılarda bulunmuştu) Denizli, son raddeye kadar sessizliğini, bana göre olgunluğunu korudu. Lorant daha bir sezonu doldurmadan aynen Daum gibi, damardan girişlere kalkıştı; hiç kuşkunuz olmasın, daha da kalkışacaktır... (Yine gazetelerde yayımlanan haberlerin yalancısıyım) Lorant da birkaç hafta önce, Feneri şampiyon yapıp, Marmarise yerleşeceğim, bu ülkeyi çok seviyorum falan demeyi becerdi. Bu ne sevgi ahh! Bir yabancı antrenörün, artık neredeyse histeri halini almış bir tutkuyla takip edilen Türk Futbolunda medya-yönetim-taraftar çarklarının nasıl döndüğünü önceden analiz ederek(!) çalışıp gelmesinde abes bir durum yok ki! diye düşünenlerdenseniz, kriz ve sistemsizlik içinde kıvranan bireylerin, kişisel tatmini yakalamak için bağlandıkları takımlarına karşı duydukları samimi duyguların sömürülmesine de göz yummaya hazırsınız demektir. İşte ben, bunu pek içime sindiremiyorum. Ne bileyim, mesela bu Pazar günü Yiğiter Uluğun Radikalin spor sayfasında yer alan güzel yazısında, NBAdeki Hidayetimizi konu ederek anlattığı gibi, internette bir Türkün de adaylar arasında yer aldığı herhangi bir oylamayı bile gurur meselesi, hatta bir milli dava meselesi yapıp en milliyetçi tavrımızla dünyanın dört bir yanından tıklama yarışına girip eli klavye tutan konu-komşumuza ve dahi yedi cihandaki Türklere aman ha! Mutlaka oylamaya katıl diye haber salabiliyoruz da burnumuzun ucunda bizim bu garip milliyetçiliğimizi sömürerek parsayı toplayanlara gıkımız çıkmayabiliyor. Bunları içime sindiremiyorum işte. Bir de neyi sindiremiyorum biliyor musunuz? Yukarıda anlatmaya çalıştığım kuşku uyandırıcı tavırlarına rağmen, birileri bu cennette baş tacı edilirlerken, geldiği günden beri, elindeki şampiyon kadro her ay biraz daha kuşa çevrilmesine rağmen sesini çıkarmadan, olgunlukla ve bana göre asaletle görevini yapmaya çalışan başka birinin, sessiz Lucescunun bu süre zarfında kamyon şoföründen tutun da, at hırsızına kadar bir sürü sıfata layık görülmesini... Yetmiyormuş gibi, köpekler istedi diye atlar ölmez Romen atasözünden dolayı, neredeyse yetkili birilerinin çıkıp onun için bir tek böylelerini Taksim Meydanında sallandıracaksın! demediği kalmıştı ! Lucescuya karşı duyduğum hislerden (istatistiklere yansıyan somut başarılarının da ötesinde bir yerlerde) eminim de, Lorant ve Daumun milyonlarca insanımıza karşı yaptığı bu tür artistliklerde yanılıyorsam eğer, zaaflarla dolu bu cennetin bir köşesinde karşılaştığımızda Lorantdan ya da birkaç yıl sonra yine geleceğini tahmin ettiğim Hacı adayı(!) Daumdan, o dakika özür dilemeye razıyım ben. | ||||
|
|||||||
Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||